sıcak bir saatte başladı düşlemeye...
yani
şimdi
peki
ama
belki
sanki
gibi
yani.
sıcaktan soğuğa birden geçmek hep çatlatmıştır beni.
artık mecbur olduğumun farkındayım.
zaman götürür tabi, getirdiği gibi.
Unut!
ya akış hızı peki...
olur a tutturursan senkronu
-ki pes...
yap!
tutuyor gibi oluyor sanki gölün mayası;
yeniden tan ağarır ya hani...
doğ!
sıcaktan soğuğa geçerken farkındayım çatladığımın...
1001
...
beklemelere devam, zamanı...
devam eklemelere koca sabrı.
olacak! diye gelindi bu noktaya;
en ‘sızı’ son sızı diye diye katlanılabiliniyor zamana...
sıkıntı ve buhranın uzağına; yaşama dalmaya, bu ivediciliğim...
-aslında hiç fena da değil gibi bu, beklerkenki dinleti.
ah min-el zaman
...
vakit geçirmenin incelikleri üzerine bir deneme...
oyun oynamak:
atarilerin en ilkeliyle dön dolaş game over! dakikaları, teknolojik avları vurmak yöntemiyle aşmak, oyalayıcı olsa bile, ele geçecek somutların yoksunluğundan haz ihtiyacı anlaşılacağı üzere doyumsuz.
aşık olmak:
onur’la geçirilen zaman güzelliklerinin yanı sıra buhran da getiriyor tabi beraberinde... benim sandığım ve tahmin edebildiğim sonuçları olan bir ilişki aslında; biri tepkilerini alıyor ve kendi bireysel devinimini hızlandırıyorken diğeri de devinimi başlatabilmek için körüklüyor da körüklüyor... körükleyen, körüklerken kendi deviniminden devinim veriyor, verilen devinim veriliş aşamasında aynı zamanda transfer de olabildiğinden yaşama geçiyor ve sonuç olarak devinen ‘dev’leşiyor.
taklitlerin eyleme dönüşemedikleri gibi topluca katılımdan da yararlanamadıkları bir döngü, üstelik kısır!..
ama pek hoş...
...
para yine beni çıldırtıyor... çok hızlı emiliyor ve nerede aktıklarını anlayamıyorum. çözemedim bu soruyu, çözülmüyor sultanım... ‘arkadaşlar’la buluşmanın da anlamı kaymaya başladı... yeni yüzler, yeni kişiler istiyorum. yeni bir zamana sürüklenmek talebim. yeni bir hobi bulmak, yeni toprakları tohumlamak, yeni göllere yeni yoğurtlar mayalamak, yeni dünyalarda dolaşmak istiyorum. bilmediklerime ilgiliyim.
yeni bir sayfa açmak psikolojisinden olsa gerek, göresim yok kimseleri...
arkadaş varlığı nereye kadar oyalar ki beni?
samimi bir dışavurumla vurmalıyım kendimi bir dışarıya ben.... çilemin dolduğuna, artık çekilmesi gerektiğine karar verdim; yeter. çekildikçe çekilir çile –ortalıktan...
esrara bir bağımlılıktır gidiyor, içiyor içiyor içiyorum... sabırsızım hem, hem de keyif alıyorum bu rehavetten.
masumane takım elemelerinde sonuç bekleyen ponpon kızlar kadarken derdim, canımı yine en iyi ben acıtıyorum...
...
buralardan gitme öykü olmaktan çıkıp gerçekliğe bürünmeye başladı.
tüm gözlem, araştırma ve incelemelerin zamanı doldu. ‘keyfini çıkar’ deniyor ama ben çıkaramıyorum bir şekilde yani henüz çıkmıyor keyfi... sağlı sollu depresyon; tüm gün türk televizyon ve ne idüğü belirsiz bir agresyon.
0902
...
paldır küldürü andırır, sıyrılarak geçişin öyküsü...
radikal bir öykü, çok adımda kabuk değişimi ve bordo kadifeden boş, yeni bir sayfa...
neler hissettiğim kadar neler hissettirildiğimle de uğraştığım bir tünelden geçtim; hayata verdiklerimin hesabı kesildi tünel çıkışı...
yeni hesap defterim elimde...
...
hareket etmeye başladığımı hissediyorum, kozam gevşiyor. belime saplanan ağrı engellese de bu durumu içime sindirmemi... nikah, imza falan filan...
şu şatafat durumlarını atlatabilsem bir an önce hemen huzurlu bir alışveriş yapacağım. gereksiz bir dünya şey almalıyım ilk iş olarak...-kapitalorgazm-
1002
...
Hayatım film olacak!
1102
...
1- ceviz mi var bunun içinde?
2- hayır fındık, dövülmüş fındık...
1- bana ceviz gibi geldi.
3- eski tadı kalmadı artık
1- neyin, cevizin mi?
3- hayır canım formula 1’in
4- eskiden start oldu mu tekerlekler havada uçuşurdu.
2- bak, sadece bir avuç yeterli. döverken bir o kadar da şeker koyuyorsun.
1- ha ondan ceviz gibi...
5- ne alakası var canım, cevizin de fındığın da tatları başka.
2- ceviz aslında fındıktan daha tatlı değildir.
1- şekerli fındık ha...
6- yarış arabalarının uçak benziniyle çalıştıkları doğru mu?
3- yok canım sadece konsantre benzin kullanıyorlar.
1- benzinin konsatresi de mi var?
6- benzinin kurşununu ayıklar ve saf olarak güneş görmeyen yerde dinlendirirsen...
5- hem ceviz daha kekremsi...
110804
...
Selam,
sonbahar iyice sardı etrafı...
sararmış yaprakların kaldırımları kaplaması bir yandan, inanılmaz güzel bir görüntü oluşturken diğer yandan da iyice bir melankolik yapıyor insanı... “ah ah 35 yıl nasıl da kayıp gitti ellerimden” türküsüne takılıp kalmamak için toprak renginin her türünü taşıyan yaprakların oluşturduğu cümbüşe veriyorum kendimi.
bu şehrin ilk ve sonbaharını çok seviyorum. (kış: soğuk, buz, kar... yaz mevsiminin de geldiği yok zaten pek buralara). doğanın güzle birlikte ölüşü ve baharla dirilişine tanıklık etmek insana inanılmaz bir dinamizm veriyor. üstelik berlin’in şehir planlaması da bu dönüşümü gözlemlemeye pek elverişli; doğası bol.
1004
...
2 yılı aşkın bir süredir yaşıyorum berlin’de ve hala avrupa sistemini çözebilmiş değilim. hayatı zorlaştırmak için ellerinden gelen tüm çabayı esirgemeyerek hayatı en karmaşık hale getirebilecek ne kadar yasa varsa hepsine sahip olmayı bir erdem ve medeniyet olduğuna inanan bir sistem. ben, türkiye’nin avrupa birliği’ne girmesi halinde halkımın bürokrasi karşısında çekeceği çileleri düşünerek bu sürece karşı olmayı bile düşünüyorum zaman zaman. bunları karşılaştığımız zaman daha detaylı konuşuruz, çok absürd ve keyifli bir sohbet olacağını düşünüyorum.
1104
...
etraf ağardı kardan.
tempo aynı, pek etkilenmedi kıştan.
biraz duruldu, yavaşladı zaman
ama
beyinde birikiyor bir türlü patlamayan;
yani anlayacağınız,
falan filan.....
...
2005 te yeni durumlarla tekrar okuşmak üzere....
1204
...
sürekli yeni birşeyler yapmak için çabalanan bir sanat çevresindeyim, birbirinden ilginç fikirler parlayıp sönüyor. hangisi sonuna dek yol alacak merak ediyorum.
...
türban tartışmalarını (kamusal alanda başörtüsü t.c.’de olduğu gibi burada da yasak artık),
anadili sorunlarını (t.c.’de serbestleşirken burada baskı artıyor),
vergi yüklemelerini (t.c. indirime giderken burada artış yapılıyor, gelirin yarıya yakını anında bilimum kesintilere gidiyor),
politikacıların yolsuzluklarını (t.c. temizlik yaparken burada yeni yeni patlak veriyor),
faili meçhul cinayetleri (neyse buna zaten tanıdığım) dinlemekten bunalıyorum artık.
ne zaman yakamı bırakacak bunlar bilemiyorum. gerçi türkiyeden idmanlı olmanın bir avantajı olsa gerek çok fazla etkileyemiyorlar güncel hayatımı, takmamaya çalışıyorum yani. zam ve enflasyon kavramlarıyla tanışan avrupalıları izlemek, içten içe bir keyif bile veriyor bana, nasıl panik oluyorlar, nasıl paçaları tutuşuyor görmelisiniz, bense inadına sakinim ve inadına kaşarlı J
pamela dinliyorum şu günlerde ve ışın karaca. bir de rus asıllı bir yazar keşfettim: wladimir kaminer, perihan mağden’den daha eğlenceli ve can dündar kadar zeki... televizyonda da harald schmidt adlı bir adamı izliyorum. hafta içi 2 gece, okan bayülgen’in entellektüeli. bernhard’ın türkçe öğreniyor olmasına rağmen türk kanallarını izlememeye direniyorum. bağımlılık yapmalarından endişem var, hem zaten semra hanım’da çekildi sahneden, gerek kalmadı artık izlemeyeJ
herşeye rağmen umutluyum, çabalamak nerede olursa olsun bir yerlere ulaştırıyor insanı; aslolan kişinin kendisine uygun çıkış yolunu bulması ve ne istediğini bilmesi. bu yolda isteklerimi ve hayallerimi unutmadan devam... okyanusun dalgası da büyük oluyor doğal olarak, tanrım bizi tsumanilerden korusun J
0105
...
berlin eyaleti genelinde işsizlik oranı ocak sonu itibariyle %12,8 ‘e yükseldi...
yüksek öğrenim artık harç karşılığı sağlanabilecek –ki dönem başı 500 euro...
yabancılara dönük şiddet oranı geçen yıla kıyasla %82 oranında artış gösterdi...
alman futbol liginde bahisçiler lehine maç satan hakem sayısı 6’ya çıktı...
tütün fiyatları şubat itibariyle tarihinin rekor zammını yedi; paket fiyatı 4 euro 20 cent...
toplu taşım ücretleri de ağustosla birlikte %9 oranında artacak.
ne kadar tanıdık haberler değil mi bunlar? ekonomi batırmada üstüme yok. varsa allak bullak etmek istediğiniz bir ülke bildirin hemen bir vize başvurusunda bulunayım, (ben bir abd yapayım diyorum. w.bush’a bir görüneyim)
sözün özü: ben mi kaderimi kovalıyorum kaderim mi beni?
şaşırdım kaldım.
...
bu satırlara başladığım günler ki ruh halimi başta belirtmiştim (ben günlüğüm gibi oturuyorum başına artık mektuplarımın. bu yüzden değişim ve gelişmeleri kendimin de görmesi mümkün oluyor). işte ben yazdıklarımı okudukça durumun gidişatını değiştirmem gerektiğini farkettim ve hemen beynimde uçuşanları kaydetmeye karar verdim...
...
aslında oralardan gitmek iyi geldi bana, kendimi hayata daha bir verebiliyorum. aklım geride kalmasın diye hep bir kulaçlama durumuna giriyorum ve bu kulaçların da beni istediğim yere götürdüklerini biliyorum...
yüzmek ne güzelmiş meğer açık denizde, çalkalanıp duruyor insan hayatın içinde...
...
aşka vakit yok. kendine özgü bir hayat arkadaşlığı yürütüyorum; yatak arkadaşlarına ihtiyaç duymadan... zamanımı, şu ana dek ertelediklerime ayırmayı şaşkın bir orgazma tercih ediyorum. bir günüm bir günüme uymuyor bir de aşk mı? biraz daha beklesin lütfen. çok işim var daha çook!
...
her bir uğraşı bulduk da güzelim ya para...
evet ya ben para kazanmam gerektiğini unuttum keyif aldığım uğraşlar yaratmaktan.
...
...derken sezen yetişti imdadıma. eh ablam yine yapmış elinden geleni. öyle pek dokunaklı parçalarına itibar etmedim henüz zaten canım yanmış, 06 ikili delilik’i çok sevdim. mithat can da kınalı mınalı ama bayağı bir kuzu olmuşa benziyor, 15 çile’yi de iyi düzenlemiş şimdi doğruya doğru...
eh onbeş parçada bir sekiz tutturmuş şimdilik kayda değer. (yok yok harbiden benim kültür damarlarımda var bir arıza, popüler sinyallerde bir gariplik seziyorum)
...
aslında şu ana dek yaşadıklarım bana herşeyin bir zamanı olduğunu söyledi, ne yoğunlukta isteğini zikredersen –unutmazsan-, isteğinin o kıvamda ele geçeceğini gösterdi. kısaca ne kadar ol dersen o kadar olur!
buna rağmen bu ruh kasılmalarını anlayamıyorum. şimdiki uğraşlarım benden zaman ve enerji alıp yerine para bırakmadığından olsa gerek yeteri kadar motive edemiyorlar beni... yıllardır hep düşünürüm; şu beynimizde para konusunda kaygılanmak için ayırdığımız bölümü bir hayata katabilsek, daha başarılı ve mutlu oluruz diye. işte sadece bunun için gerekli bir finans bulamadıkça böyle kapalı kapılar ardında bekleyeceğim gibi görünüyor. yıllardır bekleme koridorlarında yaşamaktan sıkıldım artık canım, her ne bekleniyorsa çıkıp gelse ya artık. hani aramıyor da değilim, durmamaya, beklememeye çalışıyorum; beklersen gelmez hesabı ama uzadı yani... adım adım çıktığım kaçıncı merdiven bu, çık çık bitmiyor, bir yerlerde tavanı bulmamız lazım artık.
yıl 2005oldu, ben oldum 35 artık hadi yani değil mi?..
...
bundan sonra nameler ayda bir gelecek...hani aylık almanak hesabı
dilerim tez zamanda feraha erer bu devinim...sevgiler..
not: bu mektup posta yoluyla 5 kişiye, sanal ortamda 15 kişiye ulaşmaktadır.
0205
...
gülümserken hayata
acısı çıkıyor kızgınlığın,
ve
çıkıyor tadı öfkenin
severken kendini aynada.
şimdi bahara dönüyor hazan,
kış yaza;
coşkuya bürünüyor hüzün,
aşksa ta en başa.
- aşık olmadım, sadece karamsarlıktan ve mızmızlanmalardan sıyrıldım.
...
aklıma gelmişken; olur ya günün birinde şu amerikalı kadın terry gibi bitkisel hayata girip yatalak ve ne idüğü belirsiz gibi görünen makinelere bağlı olarak yaşamak zorunda kalırsam ümit kesilir kesilmez çekin fişleri, uğurlayın beni. nebati hayatta var olmak istemiyorum bir insan olarak. bu bir ricadır ve ricamın yazılı ıspatı, böyle biline.
0305
...
papa öldü, yaşasın papa!
...
hepi-topu bir avuç kadar insanım var burada.
melahat -öztek- mencik bunlardan biri.
kürt alevisi, iki çocuk annesi dostum bir berlin’li; şefkatli, sevgili, saygılı, kanatlı ve inatlı.
hamdili, dandini, cesur, vakur, hem ruhsal hem de aşksal.
kimi zaman gül kimi zaman lalezar hatta bazen de baltazar.
hoşgörmesini de boşvermesini de bilir.
yani kendi filminin başrol oyuncusu. hani yıllardır tanıyormuş, bir o kadar da görüşemiyormuş gibi gelen insanlardan.
bir diğeri pınar bal; ruhu bedenine dargın, beyni sığ sularda bile dalgın, iş başa düşünce aygın, kendi başına kalınca da pek bir baygın.
insanları saymasını yeri gelince de kaçmasını çok iyi yakıştırıyor kendisine...
saklanmayı, aklanmayı, paylanmayı hakediyor etmesine de fışkırmayı, patlamayı, haykırmayı içine saklıyor, çoğu zaman kendine akıyor.
güvenmekten başka çaresi kalmıyor insanın ona. oyunlarından çok gerçeğinde varoluyor hayatın. kendi kararınca bir karınca. gölgesini kaybetmiş ve bu durum umurunda değilmişgillerden.
atak’lar var bir de; hakan atak, mirina german atak...
güzel sanatlar yıllarından bir tanışıklık.
satır aralarını birlikte okuyabildiğimiz, benzer konulara gülüp, öfkelendiğimiz; konuşarak üretip yaşayarak tükettiğimiz...
kısa geçmişli bir tanışıklık ama yarım kalanları tamamlamaya doğru giden bir ahbaplık.
bebek bekliyorlar, bir kaç ay sonra lena atak’la devam edecek aile yoluna.
cuma akşamlarının tavla prensi mishael kuhn...
elli dolaylarında bir psikoterapist bu mişa. yaşamının ikinci yarısını saatler boyu kan-ter içinde kalana dek koşmalarla atlatmaya çalışan, uzunca ve orta kalınlıktaki tüm objeleri penis olarak algılayan, katolik kökenli, evrenselliği zevkine hitap eden dünya nimetleriyle sınırlayan, yaşamının ilk elli yılı boyunca annesinden kulağına küpe kalmış öğretilerden sıyrıldıkça kadınları anlamaya soyunan, yaşamdan öğrendiklerini mesleki veriler bağlamında adlandırıp deneyimlerini iş hayatına bulaştırmayarak ayrıştıran, avrupa kültürünün şahsa münhasır bir örneği; türkçe konuşarak para kazanan bir alman.
benim hayatımda berlin girişimimin finansörü olmaktan başka bir de üç yıldan bu yana düzenli olarak cuma akşamları buluşarak tavla oynuyor olmamızla birlikte gelişen bir arkadaşlık misyonu da var.
yalnızlıklarımızı kısmen paylaşarak yalnız kalmalardan uzaklaşıyoruz. -en azından cuma geceleri-...
hayat arkadaşım, eşim, ateist ve hümanist, varlığıyla yokluğu iki durum arasındaki ince bir çizgide seyreden, sevecen, iyimser, verimli ve azimli, hayatımda tanıdığım ender önyargısız insanlar listesinden bir örnek insan, eğitimci bernhard stolz.
yaşamdan beklentilerimizin, ümitlerimizin ve hayallerimizin farklılıklarından bahsetmezsek uyum içerisinde gide-gelen bir ilişkinin diğer kişisi kendisi...
sıcacık bir sevgisi ve insana güven veren bir ilgisi var.
karmaşık durumların, verimli projelerin ve mantığın adamı.
iyimserliğin doruklarından büyük bir sabırla bakıyor hayata ve bu edayla varıyor da tadına hayatın...
işte bu insanlar çevresinde paylaşılıyor güncel yaşam.
her birinin ayrı bir yeri, tadı ve kokusu var yüreğimde.
insansız olmuyor !
...
bu ülke hortlattı içimde uyuyan ırkçıyı.
damarlarımda akan kan muhteviyatında -alyuvarda mı akyuvarda mı tam olarak kestiremiyorum- gizli bir ırkçılık dolanıyor. farklı ırklardan gelen ince ve belki de naif saldırılar sayesinde dipten kükremelerle farkına vardım bu durumun. halbuki hiç de rahatsız etmemişti beni bu hal ya da bana gerçek yüzüyle görünmüyordu şimdiye kadar. insan kendisiyle birebir karşılaştığında ve böylelikle kendisini yaşadığında duygularını daha iyi tanımlıyor. türklüğümün burada bazı kesimlere battığını görünce bana batan diğer ırklarla bir hesaplaşmaya oturdum ve oturduğumla kaldım. bireysel evrimim içerisinde birçok noktadan ince ince sızmış şu ırkçılık...
...
yine sevgi, mutluluk, umut ve özlemle kalın...
0405
...
tam tamına 1095 gün
bu şehre yerleşeli bugün itibariyle tam üç yıl oluyor...
kocaman soru işaretleri, umut ve beklentilerle gelinen bu şehirde yaşıyor olmuş çıkmışım...
ardıma baktığımda; zaruri, sahne sanatçısı ve özel gelecek olmak üzere üç sigortam, altı oyunluk bir oyunculuk kariyerim, yine altı aylık bir aşçılık deneyimim, hızla ilerlemiş yeni bir dilim, çırpınmaktan yorulmaya yüz tutmuş bir bedenim, yeni ve rengarenk meleklerim, sağ-sol, ileri-geri bir yaşam grafiğim var.
...
Kıssanın hissesi; okyanusun dalgaları, boğuştukça büyüyormuş ya da okyanusta dalgalar daha açgözlü oluyorlarmış; bana, cürmüm kadar yer yakacakken ateşimi unutmuşum gibi de geliyor bazen
...
kompleksi olan insanlardan uzak durmam gerektiğini belledim. uymuyor bana bu durum. olduğun gibi görünemiyorsan göründüğün gibi olabilirsin mesela (mevlana’nın ağzına sağlık!) oluş başka görüntü başkaysa bir yerlerden falso vermemek olası değil; hemen göze batıyor yamukluk. hiçbir şeyden anlamayıp herşeyi bilen ve nerede olduğunun farkında olmayıp heryerde olduğu sanısıyla ortalıkta dolaşan insanlar tanıdım…
olmak istemedikleri kimlikleri neden taşırlar bu insanlar ya da nasıl olur da bulundukları yeri görmezler anlamam.
Bilmemek aslında öğrenmenin erdemini açığa çıkarırken, bu erdemsizlikte boğulmak nasıl bir tercihtir, bu kadar mı zor yani insan olmak?
bunların şerrinden korunmak lazım!
kişisel evrimini tamamlamadan darwin’e inat ortalıkta salınan bu hıyarlar arasından cacığa, salataya uygununu bulmak bile güçken, doğaya hakaret edercesine birlikte aynı kasada yer almak istemediğime karar verdim. eşek, eşek oldukça semer vuran çok olursa eğer, bu semerlenmelerden vuranları sorumlu tutarak da hakkımı arayamam elbette… ben eğer atalarımızın gözünde arkadaşımı gösterdiğimde ortaya çıkacaksam, arkama aldığım taşları iyi bellemeliyim - ki altlarından çıkacak yılan ve çıyanla boğuşmak her zaman zevk vermeyebilir.
daha da derine indiğimde iki farklı kültür arasında debelenen bilinçlerin bir yerlerde varolabilmek adına kendilerine yakıştırdıkları yaftalardan bahsettiğimi görüyorum; bir statü arayışı... kimliksizliğin beraberinde getirdiği bir girdaptan her bilinç kendi seviyesine yakışan yollarla sıyrılmaya çalışıyor. mücadele edip bu girdaptan kurtulmaya çalışmaktansa beyinciklerde geliştirilen ucuz ve basit savunma mekanizmalarıyla kıkırdak alternatifler yaratılıyor.
ya kene gibi dogmalara yapışıp kalınıyor ya da gerçeklik içerisinde parazitleşiliyor.
yüce tanrım insanı af etsin !
...
artık zaman buldukça simon-dach-str.’yi ( simon’un çatısı caddesini) seyrediyorum üçüncü kat balkonumdan. sirk kültürünün son kırıntıları ortalığa saçılıyor ılık baharyazı akşamlarda.
jonglörleri oldum olası sevmişimdir, en çok da ateşle oynayanları. ziyadesi ile çigana kaçan çingene müziği eşliğinde doyumsuz gösteriler de çıkabiliyor bazen.
bu yıl romanlar türedi yerden bitmiş gibi. akerdeon seslerine, borozan, def ve darbuka ilave olmasından yana hiçbir şikayetim yok aslında ama insan, bir repertuar çalışması yapar yani. arka arkaya çalan üç guruptan da aynı ezgileri duymak, acısı fazla kaçmış turşu suyu etkisi yapabiliyor bazen -içmesi keyifli ama ya sıçması...
malumunuz olduğu üzre bu müzik denen spiritüel esrimenin içine bir de sıçanı var.
sıçmak deyince de hemen şu canıma ot tıkayan köpek boklarından bahsetmeliyim.
ödemiş tepelerinde keklik toplayan acemi efeler gibi yürümek zorunda kalıyorum bazen bu medeniyetin göbek deliklerinden biri sayılan berlin’de. ya kendi karınlarını doyuramayan insanlar durumlarını bir parça legalleştirebilmek ya çocuk yapma medeni cesaretinden yoksun insanların yansıtma mekanizmalarını işler hale getirmek için ya da diktatörlük genlerinin verdiği hakimiyet güdüsüyle beslenen, o kadar çok köpek var ki...
tamam özellikle bizim yaşadığımız friedrichshain semtine ait abartılı bir durum olduğunu da kabul ediyorum ama...
duyarlılık sınırlarındaki bu adaletsizlik kızdırıyor insanı; bu empati eksikliği beni çileden çıkarıyor...
sahip olma duygusunun altında yatan sorumluluğun boktan durumunu bellemeden nasıl olur da bir başka dünyadan bir cinse sahip olmak ister ve olur insan anlamam. bu da yetmezmiş gibi ayaklarımızın altına bulaşan boklardan kurtulurken sahip olduğu o yaratığa edilen küfürleri duysa -bir umut- durumun farkına varır mı bilmem.
bu kadar naifken bu durumun ahlaki sorumluluğu üstelik...
çigana kaçan çingene müziği eşliğinde, ateşle sevişen jonglörleri seyretmeyi ayakkabımın altına yapışmış kahverenginin her tonunda olabilen köpek bokunu temizlemeye tercih ederim;
havanın bok kokmadığı, güneşli bir gün olmalı (köpekleri de seviyoruz yani o ayrı).
0505
...
su sahiden yanar mı, yanarsa nasıl yanar?
bulaşık seanslarımın birinde uzun süre takıldım kaldım suyun varlığına...
bu akan saydam mucizenin formülünü ‘iki hidrojen ve bir oksijen karışımı’ olarak açıklıyorlar bilimimin adamları; eyvallah, ama inanasım gelmiyor benim. tıpkı fax aletine, fotokopi durumuna, fotoğraf olayına, cep telefonuna v.b.inanamadığım gibi.
buluşların hepsi bir mucize bana göre nasıl icat olduklarıysa hikaye... hem aslına bakılırsa hepsinin başlangıç noktası sadece bir tesadüf...
o elma, o gün ve tam o saatte, o ağacın altında oturan o newton’un başına düşmeseydi, hala ‘neden hep yere çekiliyoruz’ diye düşünen ademoğulları olarak kalmış olabilirdik. gerçi fotoğrafı, faxı, fotokopiyi hatta cep telefonunu dahi bulup da insanların kendilerini ışınlamalarının bir yolunu bulamayan bilim adamlarından ne hayır gelir, kendimize bir sormak lazım.
bisikletle yaşadığımdan beri doğadaki metallerin paslanma durumlarının ne kadar yaygın olduğuna tanık oldum. kendini bilen bir bilim adamı çıkıp buna karşı koruyucu bir jel falan yapmamış mıdır, yaptıysa neden bu icadını yeteri kadar tanıtmıyor ve nasıl oluyor da benim haberim olamıyor?
hayır, zeki olduklarını kabul ettiğimiz bu bilimimin adamlarının böyle bir ihtiyacı atlamış olacaklarına inanmak bile istemediğimden ‘acaba bir organize sorunları mı var da benim muhtemel böyle bir jelden haberim olamadı’ diyorum.
hastalıklardan ölen insanların sayısını azaltabilecek çareler bulabilmeleri için mars’a taşınmalarını beklemek onlara olan güvenimi sarsıyor; mars’ta hayat bulduklarında burada kalmayacağını farkettiler de ilk kaçanlardan olup iyi yer kapmaya mı çalışıyorlar yoksa?
neden olmasın, suyun iki hidrojen ve bir oksijenden oluştuğunu söyleyen adam bunu da yapar...
su, sudur ve su da-yanmaz!
...
neredeyse bu ısınan küre, oraya konuçlanmak istiyorum...
bir ‘küresel ısınıyoruz’ yaygarasıdır gidiyor... oysa bulunduğum yerküre bölgesinde böyle bir durum maalesef söz konusu bile değil. hani bilsem ki şu ‘ozon deliği’ biraz daha genişlerse iklim sıcaklaşacak, sadece ilkbahar, yaz ve güneş kalacak; ümmetimi düşünemeyecek denli derin bir ego spazmıyla o, ozonun genişlemesine olanak vermeyen deo’lar kullanmaktan –hem de hiç utanmadan- vazgeçerdim. güneşi acaip özlüyorum ve bu egosantrik hainlik güneşin önüne geçen her bulutla birlikte bana göz kırpıyor.
ben mi küresel ısınma durumundan yanlış şey anlıyorum yoksa?
sadece buzulları mı ilgilendiriyor bu küresel ısınma durumu; sonuç sadece su rezervlerinin tükenme tehlikesi mi gerçekten?
eğer bu ısınma halinden böyle bir sonuç çıkacağı bazı çevrelerce biliniyorsa ve bu sonucun güneşsiz ve soğuk günlere bir faydası olmayacaksa -ama kesinlikle başka bir imkanı yoksa şu küreyi şöyle asgari 20 azami 40 derece seyreden bir iklime büründürmenin- ancak o zaman ozonla dost bir kozmetik dünyada yaşamayı kabul edebilirim...
sorun ozonun delinip delinmemesi değil, bilim adamlarımızın yaptıkları işi yeteri kadar ciddiye almamalarıdır bence ve benim adıma en kesin çözüm matematiksel bir programla mümkün.
şöyle ki; 20 ila 40 derece arasında seyredecek iklimi oluşturacak kadar genişletsek diyorum önce bir ha bire spreylenerek ozonu ve istenilen sonuç elde edildiğinde de tüm insanlık elbirliğiyle durdursak genişlemeyi...
biz bu programla uğraşırken o paslanmaya bile çare bulamayan (bulduysa da bunu yaygın olarak duyuramayan) bilimimizin adamları varolan suyu yakmakla değil azalan suyu laboratuar ortamlarında çoğaltmakla, iki hidrojen ve bir oksijen bulup kaynaştırmakla meşgul olsunlar. mutlu ve mesut bir iklim yaratıp tüm insanlığın gönlünü alsınlar fena mı olur yani... var bir önerimiz, bir tezimiz ki konuşuyor yazıyoruz....
asıl bombayı sona sakladım;
biz yanlış kürede yaşıyoruz ya da yanlış küreyi konuşuyoruz olabiliriz. çünkü ve ayrıca biz küreselleşemiyoruz da...
küresel bile ısınamadıktan sonra...
...
ne steril yaşıyormuşum meğerse ben...
sıklıkla sokakta yaşamaya başladım iş hayatımdan ötürü dolayısıyla da günlük yaşamı gözlemlemede daha bir aktifleştim.
insanlar modernleşme süreçlerinde daha bir garip oluyorlar, ortalık birilerine öfkeli ya da birilerinden dertli insancıklar kaynıyor. tüm bastırılmış negatifler tuhaf alanlarda yine benzer tuhaflıklarla patlak veriyor; hiç olmadık durumlarda beklenmedik tepkiler...
kendileriyle ilgilenmeyi bırakmış insanoğlu...
ben 35 yıllık geçmişimin bana kazandırdığı vurdumduymazlık yetisinin faydasını görüyorum. farkediyorum ki t.c.’de yaşadıklarım derimi kabalaştırmış benim. bir çok durumda umursama havasına giremiyorum bir türlü, algılarımda hoşgörmekle boşvermek içiçe geçmiş, beni görmezden getirmiş. ben, bu görmezden gelmelerimin görerek değiştirmelerime yeğlenmesinden rahatsızlık duyuyor muyum emin değilim, bilemiyorum. çoğu zaman boşvererek ruh sağlığımı koruduğumu düşünüyor ve bu durumumu da hoşgörebiliyorum.
rahman ve rahim arasındaki savaş, çük ve kuku seviyesinde seyrederken, prezervatif ile spiral dostane yarışırken, salgı transferi sağlayacak eril veya dişil partnerler borsa spekülatörlerince aranırken ben; erkekliğin dayanılmaz hafifliği ve kadınlığın tartılmaz ağırlığı arasında seyreden ibneliğimin gözünü seveyim...
politik olmakla nevrotik olmak arasındaki ince çizgi üzerinde yolunu kaybetmiş insanların boşluklarında bile bir hoşluk görmek, hoşlukların içini boşaltmak olarak algılanıyorsa eğer benim tarafımdan, umurlarımın dumura uğramaması için umursamamayı tercih etmeye devam edeceğim....
...
pembe bir mum eriyiğinde gördü yansımasını
kararmışken ortalık...
ortalık kararmışken eriyikte gördü
yansıdı pembe mum...
ortalık hala karanlık...
0605
...
NİKOTİNİ BIRAKMAYI DÜŞÜNÜYORUM !
...
londra bombalandı
ne acı !
...
Nedir şu ırsiyet?
paradontozumu hepiniz tanıyorsunuz, diş etlerimin damak hizasına değin pervasızca çekilmeleri durumu (ilerlemiş safhasına da paradontiniz deniyormuş, öğrendim).
doktorlar karaciğer kaynaklı bir bozukluğa metabolizmanın tepkisi ya da aile genlerinden bir miras diyorlar bu duruma. karaciğer bakıldı sağlam, sordum annem gülseren’e ve otuzlu yaşlarının sonunda dişlerini teker teker kaybetmeye başladığından bahsetti bana. mağdurmuş kendisi ama farkında değilmiş, önce etler çekilmiş, sonra dişler sallanmaya başlamış ve doktora gittiğinde zaten bir kısmı dökülmüşmüş... gülseren akan’ın şuursuz mağdurluk hali tarafımdan devralınmış yani... yıllardır periyodik aralıklarla rüyalarımda dişlerimin kan revan içerisinde döküldüklerini görürdüm. bilumum rüya tabirlerinde sevilen bir yakını kaybetmek olarak dangalakça yorumlanan bu rüyalarımın bir cenazeye değil, paradontozu olmayanlara göre daha hassas olan diş köklerime yerleşmiş bakterilerin hazırladıkları, acımasız ve sinsi kumpasa dair bir işaretmiş meğer. aynı tabirler aslında kan görüldüğünde rüyanın anlamını kaybettiğinden de bahsederler gerçi ya, hepsi yalan!
kabul etmek istemediğim paradontozumun ırsi oluşundan ötürü tam olarak tedavi edilemeyişi.
sadece ertelenebiliyor ama tamamen kurtulunmuyor, kadere bak! ayrıca organizmam nasıl oluyor da karnında dokuz ay uyukladığım başka bir metabolizmadan aldığı yadigarane yapılanmayı devam ettirebiliyor, o baktericağızlar nasıl oluyor da, yeni bir kimyasal bünyede de çalışmalarını tıpkı bir önceki metobolizmadaki gibi devam ettirebiliyorlar?
ne menem birşeydir şu ırsiyet?
o bakteri böceklerinin yerleştikleri yer bulunup imha edilse ve bir daha oraya konuçlanamayacakları şekilde yeni bir yapılanma başlatılsa, olmuyor mu yani şimdi günümüzün teknolojisinde?
ırsiyet mırsiyet uydurma, hikaye. ben aslında bu paradontozal durumun benim kimyasal tekamülüm dahilinde, nikotin ve hamdiyi bırakmam için hazırlanmış bir kozmik komplo olduğunu düşünüyorum.
...
NİKOTİN TÜKETİMİMİ AZALTTIM !
...
Alçakgönüllü izmir
tanıdığım birkaç kişinin izmirliler üstüne söyledikleri bir sözü yerinde buluyorum; ‘alçakgönüllü oluyorlar vesselam’... mütevazi insanlarız biz; izmirli olmanın o eşsiz ayrıcalığını yüreğimize bastığımız taş misali gavur genlerimize sindirmişiz bir kere. 5000 yılı aşkın izmir tarihini kimsenin gözüne parmağımızı sokmadan, iki yakasını bir araya getirip hazmetmiş, yaşı kurusu şehir sınırlarında daha da makbul olan inciri abartıp incirli pilav, incir turşusu ya da incirebastı tatlısı formlarında mutfak eserlerine de hiç rağbet etmemişiz.
‘...inci gibi dişi, görücü bilir işi...’ tadında güzelliğini de abartmaya gerek görmüyoruz dişil şehrimizin.
mahallemizin kızlarının kainat güzelleri seçiliyor ve ballandıra ballandıra anlatılıyor olmaları da mütevazi gururumuza öyle aman aman bir cila da kazandırmıyor hani...
bir zamanlar var olan türk solunun –eski solun kalesi- olmakla olmamak arasındaki geçişleri bile globalleşme egzersizi, evrim gereği sayabiliyor ve hoşgörebiliyoruz gibi sanki politik kulvarda.
alçak gönüllüyüz vesselam
gönlümüz alçak bir kere...(!)
...
Züri - Zürich – Zürih
temiz sokaklar
bakımlı evler
sarı, mavi, beyaz şeritli düzenli yollar
yayalara saygılı, bir o kadar da akıcı trafik
tertipli alışveriş merkezleri
doyumsuz lezzetler
popart tadında ambalajlar
her renk, dil ve dinden yüzler
bambaşka kokularda tenler
meşgul, sportif, aktif ve düz göbekler
ukalalığa kaçan kendine fazlasıyla güvenen burunlar
bağımsız, lüks, zengin bir hava
ç i k o l a t a ve süt asitinden üretilen harika içecek rivella.
...
NİKOTİNDEN KURTULUYORUM !
0705
...
36 yıldır yaşıyorum,
ne başım göğe erdi
ne kıçım değdi yere...
...
bu gençlik beni öldürecek
alman (belki de avrupa) sisiteminde yetişen gençlikle kendi bildiğim bizim gençliğimizi kıyasladığımda inanılmaz farklarla karşılaşıyorum. peers ın the cıty projesi çerçevesinde gençlerle yapılan çalışmalarda (14-17 yaş gurubu) bu denli zorlanacağımı tahmin etmiyordum. serbestlik ve özgürlük kavramları almış başını gitmiş, farklı yorumlara bürünmüş. saygısızlık, sorumsuzluk ve küstahlık; özgürlük ve serbestlik olarak algılanıyor gibi. bir de madolyonun diğer tarafı var elbet; belki de özgürlük bizlere saygısızlık, sorumsuzluk ve küstahlık olarak tanımlandı. buna karar verebilmek için bu yıl sonuna kadar zincirleme devam edecek seminerlerin sonucunu bekleyeceğim.
bu –bana aykırı gelen tavırların bir açıklamasınının olabilirliğine inanıyorum. hayatın 36 yıllık dökümünden anladığım kadar basit olmadığını öğreten bu yeni deneyimlerle güzelim insani değerlerin nereye sıkışıp kalmış olduklarını merak ediyorum doğrusu.
...
islam mı modernleşiyor, modernleşenler mi islamı seçiyor? - yoksa bu durum modern bir rahatsızlık mı ya da yok mu tüm bu olanların modernlikle bir alakası?
kalkına kalkına bu hale geldik, dallanıp budaklanıyor ardarda yeni kültür mantarları; başları bağlı...
medeniyetin izlerini örtülü analarda, kadında ararsak eğer, tuhaf bir karma görünüyor göze:
kimisinin altı şişhane üstü beşhane bir görüntüsü var, sanki bir fanus içinde yaşıyorlar gibi; daracık pantolon, etek ya da ‘pantolon-etek’ler üzerine oldukça asortik (!), günün en cırtlak renklerini sarıp sarmalayarak ve özellikle yüzü makyajlayarak, görünen kısmı cilalayıp parlatarak hem davetkar hem de tehditkar bir ambalaj sunuyorlar. günümün harem manzaraları...
‘kapat gözlerini kimse görmesin,
yalnız benim için bak yeşil yeşil’ takımı;
güvenli, alımlı, çalımlı, bakımlı, iddialı, radikal ama KAPALI(!)
kimisi saçlarını doğuştan bağlamış, töresel, geleneksel ‘ev hanımı’ tavırlı oluyor, bilmemiş ve bilmiyor, öğrenmek isteyip istemediğinden de emin değil, kendi hakları için uğraşan insanların yaptıklarını can sıkıntısı uğraşları olarak algılayabilecek naiflikte hatta kimisi.
‘beklerim yolunu aylar boyunca,
yeter ki gel bana senede bir gün’ kesimi.
anneleri de anneanneleri de KAPALI !
kimisi de mecburi hizmet; bekçiler gölgesinde istem dışı itaat !
allah’ın emirlerinin bekçiliğine soyunmuş -ki ne allah’ın (haaşa) ne de inananlarının böyle bir çobana ihtiyacı var- zoraki müslümanların oluşturduğu başka bir takım; abi, baba korkusu, konu-komşu sorgusu; kendilerinden istenenle kendi istekleri arasında sıkışıp kalmışlık durumu...
‘aşiyan yollarından seslensem duyar mısın?’ kesimi.
KAPALI!
ince elense ve sık dokunsa daha ne güfteler çıkar bu besteden aslında ama ben kendimi burada frenleyerek işin şekline geçmek isterim.
aslında ben, dincilikten çok şekilciliğin popülerleştiğini düşünüyorum. görüntü yerinde olsun da ses pek önemli değil gibilerinden bir havadadır esen. şekilciliğin farklı yüzleri olduğu bilinir; çok görüneni taklit etmedir. en basit adımla, taklitçilik altında yorumlayabiliriz mesela bu örtülülüğü ama ben biraz daha başka bir durumun başka bir konumuyla ilgileniyorum –ki işin modernlikle alakalı kısmı da işte bu nokta bence;
islam dünyasında kim olduğunu ve ne düşündüğünü açıklama, açılma ve hatta bir şekilde dışa vurma tavrı artıyor gördüğüm kadarıyla. yeni başka renkler, başka imajlar türüyor. herkes bir kılıf uyduruyor –çalınmış minareymişler gibi...
farklı renkte ve farklı şekillerde islamlar başka başka örtülerin altında geziniyorlar ortalıkta...
kendisini ifade etmek isteyen bir kutup, varlığını dışavurmasıyla karşıt bir kutup yaratılmasını teşvik etmez mi, kara çarşafa antitez beyaz atlet değil midir?
aslında herkes, tıpkı herkes gibi kendini göstermekte haklı ya da herkes kadar herkesin de kimliğini sergilemeye ve sorgulamaya hakkı var.
aslolan herkesin kendini bilmesi...
...
. gamze özçelik görüntülerini şehvetle seyreden tüm beyinleri kınıyorum.
0905
...
‘alır gider beni sarı rüzgarlarıyla sonbahar;
gelir anılardan bir davet; çocukluğum canlanır...’
...
ünzile’yi dinledim.
bizim insan dölünü, yıllar sonra yine...
beşi ölü on kardeşten görücüsü gelen ünzile’yi;
sekizine gelmeden ergin, onikisinde de anne ünzile’yi.
şu ince dişli, suskun ünzile; sulu gözlü, korkak,
su gibi sakin, gül gibi narin kadın ünzile’yi dinledim.
dedim ‘kim döküyor yağmuru öğrendik de koyunlara ne oldu?’
...
. nikotin geri tepti, üç-beş derken çaktırmadan başlayıverdim yine tütmeye. bilgisayarı çözme çabaları, meşguliyet uğraşları sökmedi. boyumu aşan kararlar alıp uygulayamadıktan sonra çektiğim vicdan azabını göz önüne alarak kesinlikle kararsız bir tavırla yeni bir denemeye soyundum, varan iki...
1005
sevgiler...
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen