Selam,
Beş yıl sonra ilk defa...
arada kısa ateş alımlarını saymazsak tamı tamına beş yıl, bir ay sonra tekrar ayak bastım (eski ülkem ve doğum yerim) t.c. topraklarına...
beni karşılayan sıcak izmir meltemiyle kendime geldim. germanwings şirketinin minimal çelik kartalından iner inmez -metabolizmam yaz ortasında en fazla 20 dereceye alışmış olmalı- günden kalma güneşin sıcak kırıntısı iliklerime kadar işledi, yazbitmemiş, güneşvarmış oluverdim.
yıllarımı geçirdiğim kuytu 101evler, no:1, parmaklıklar arkasında biraz daha köhneleşmiş karşıladı beni.
hani, yani o yıllar çok gerilerde kalmış gibiydi. duvarlarda bıraktığım kolajlarım dolaplarda saklanmış, yıllar boyu eskittiğim çarşaflar çekmecelere tıkılmış, kimi hediye kimi beğenilerek alınmış havlularım sararmış ve ardımda sağlam bıraktığım ampüller patlamış buldum. onca yıl kahrımı çeken eşyaların büyük bir kısmı çöp yığını olarak karşıladı beni, odaların köşelerinde, balkonda ve mutfak altı, kolu kırık dolaplarda terkedilmenin tozlu rehavetiyle öylece kalakalmışlar...
300607
onur yürüyüşü
onurlu bir yürüyüş için istanbuldayım; „eşcinseller susmayacak, susmayacaklar, susmayacak“ sloganları eşliğinde taksim`den galatasaray lisesi önüne kadar, gökkuşaklı, dövizli, pankartlı 500 dolaylarında nasyonal ve internasyonal eşcinsellerle görkemli demenin abartı olamayacağı bir yürüyüş gerçekleşti. anadilimde ayrımcılığa, ırkçılığa ve dahi homofob gündelik hayata karşı ses vermek duygulandırdı beni. 10 yıldır süregelen bu yürüyüşte türkiye’den lambda, kaosist-istanbul, kaos gl ve pembe hayatlar-ankara, mor el-eskişehir, kaos gl-izmir, gökkuşağı-bursa ve antalya derneklerinin yanında belçika, hollanda, italya ve yunanistan delegeleri arasında almanya/berlin kanadının da temsiliyle adına yaraşır bir yürüyüş gerçekleşmiş oldu. alman-faransız ortak kanalı arte televizyonu için verdiğimiz röportajda da belirttiğimiz gibi görünür olmak hareketin başladığına işarettir.
nice onurlu yürüyüşlere...
010707
Koca izmir
beş yılda ne kadar değişmiş ne kadar güzelleşmiş be izmir.
çarpraz ateş arasında medeniyet sergisi tıpkı; iç göçlerle kalabalıklaşmasına rağmen yoğunluğu sindirmiş bir edası var gibi...
sanki insanlarla ve insanlardan yaşayan bir doğası var bu ege incisinin...
tentelenmiş kemeraltı, restore edilmiş balık hali (pier), yeşermiş kordon boyu, bir uçtan bir uca gerdanlık gibi şehri saran otoyolu, ekonomik imkansızlık haline inanmamı güçleştiren çok katlı, çok amaçlı ve bir o kadar da cafcaflı alış-veriş merkezleri, yoğunlaştırılmış deniz seferleri, yeniden keşfedilmiş smyrna tepesi, gecekondu insanlarına sunulan toki’li toki’siz yeni yerleşim alanları, simitçileri, kahvecileri, sucuları, buzlu badem ve midyecileri, gece kokereç ve boyoz sefaları, urfa-manisa kebapçıları, adını duyduğum ama yerlerini bilmediğim yeni dolmuş güzergahlarıyla yenilenmiş, irilenmiş kocaman buldum izmirim’i.
sezen aksu
yıllar sonra izmire gidilir de sezen aksu’suz olur mu, olmazdı tabi ve olmadı da... ard arda -gözüme sokarcasına konserler veriyordu kadın, kayıtsız kalmadım ve bernuş’un izmir’e indiği günün akşamı, hoop çeşme açıkhava tiyatrosu ve sezen aksu...
yeni şarkılarının görücüye çıktığı konser –ki izmir yanıyor pek bir dokundu böğrüme- içimi acıttı... kulağımda bir yorgunluk ve yıpranmışlık, karşımda gençliğimin, eskilerin kadını bakıştık, dinleştik, buluştuk; bu pir yıllara rağmen sezmeye ve su, kuraklığa rağmen akmaya devam ediyor ne mutlu...
060707
kuşadası milli park
sezen “izmir yanıyor” dedi ya ertesi gün kızlar ağası hanı müdavimleriyle düzenlenen dolmuş kuşadası-milli park pikniğinde güneşin batışına iştirak eden karşı kıyı orman yangınına tanık olduk. çeşme kıyıları ya maden arayıcılarının ya da inşaat sektörü vurguncularının veya, piknik sonrası geride bırakılmış cam kırıklarının hatta şuursuzca fırlatılan sönmemiş sigara izmaritlerinin neden olduğu yangını seyrederken hayat damarlarımdan biri daha tıkanmış gibi oldum. kalakaldım, muhtaç olduğum kudretin nereden geleceğini bilemeden...
070707
Ankara
sırt çantalar toparlandı ve yıllardır planladığımız türkiye turu ilk durak baş ve betonkent ankara’yla başladı.
anıtkabiri ilk ziyaretim., insana kendisini aciz ve küçük hissettiren bu koca abidevi yapılar beni hep etkilemiştir zaten.
mimari olarak ihtişam ve görkemine diyecek yok, tavan ve sütun bezemeleri anadolu medeniyetlerinin sembolik yansımaları diye özetlenebilir. altın sarısı fon üstüne el dokuması halı ve kilimlerden tanıdığımız motifler otantizmin dibine vurmuş yani... silahlı kuvvetlerin açmış olduğu kurtuluş savaşı müzesi içimde yatan milli hassasiyetimin kafasına bir yumruk daha indirmeme neden oldu. kahramanlık masalını mitleştirmek adına oldukça bir debelenilmiş. “allah, allah” nidaları eşliğinde düşmanları denize döküşümüzden başlayıp çanakkale’nin bucaklarında helak edilmiş ilahi mehmetciklerimizin canhıraş haykırışlarına kadar her detayın canlandırıldığı uzun bir militer koridor...
salt bir hilal uğruna batan parlak güneşler bu günün mantığıyla daha hümanist yorumlanabilecek iken karşılıklı kıyımdan bir ülkü yaratılmasına çalışılması içimi titretti.
-ki tek kurtulan türkiye cumhuriyeti mi bu alemde? tarih, kurtarılmış vatanlarla dolu...
120707
Samsun
karadeniz turuna samsun’dan başladık, malum karadenizin başkenti.
atatürk samsuna çıkmamış olsaydı bu şehir nesiyle anılırdı? diye sormuştu dostum çelikkayalar’ın murat’ı cevap veremedim. bölgeye özgü sülün kolonileri yerine kurtuluş savaşını başlatmak üzere atatürk’ün şehre geldiği bandırma vapuru ile övünmekte haklı sanırım şehir, simge olabilecek tek alternatif sülün hayvanının şehrin simgesi yapılma girişiminde başarılı olmayan belediye başkanına hak vermek gerek, ata türk nere sülün kim....
120707
Çarşamba
insanın ilk aşkını yıllar sonra bıraktığından ve anımsadığından bambaşka yerde, bambaşka algıda bulmak insanın değişkenliğinin en bariz göstergesidir sanırım. hepimizin mutlaka başına gelmiştir; gözlerine bakınca geçen zamanının izlerine benzer bir havadan-sudan pırıltı... önerilir; maziye bir bakıverin, göreceksiniz neler neler bırakmış...
150707
Ordu
ne yalan söyleyeyim, karadeniz kııyısı boyunca yapılacak otoyola karşı çıktığımız yıllar, kıyı şeridinin bu kadar seyredeğer olacağını tahmin etmemiştim.
Giresun
kıyı boyunca seyrederken yeşilin tonları artmaya başladı.
Trabzon
toprak yeşilinden çay yeşiline her tonun içiçe geçmişliği gözümü, aralarda sıkışmış tek tük kalmış eski pontus-rum evlerinin görüntüsü gönlümü rahatlattı.
Rize
bu yörenin engebeli yaşamı, erkeklerin baldırlarına, kadınların sırtlarına vurmuş gibiydi sanki; sürekli yokuş inip çıkmaktan baldırlar kalınlaşmış-kaslanmış, çay sepeti taşımaktan, ardarda çocuk doğurmaktan sırtlar bükülmüş-kaburlaşmış...
Pazar
bir alem bu yörenin insanı...
kime ne sorduysak hiçbir türlü net cevap alamadık yani bir şekilde konuştuk ama nasıl anlaştık bilmiyorum. ben ayder yaylası’na çıkan dolmuşların yerini sordum mesela, cevap olarak çantalarımızı bırakabileceğimizi, bütün turistlerin bizim durduğumuz köşede beklediklerini ve çantalarını hep kendilerine emanet ettiklerini söyledi gençten bir kıymalı (karadeniz pidesi) fırını elemanı... birkaç kişiye sorduktan sonra yanlış yerde beklediğimizi anladık. bu arada seçim münasebetiyle tanık olduğumuz mhp mitinginde de buraların kültürüne dair kısadan bilgi de edinmiş olduk doğrusu; at, silah, avrat cinsinden ince bir malumat...
Ayder
yayla çarpması diye bir terim vardır ya, çok yerinde bir tabir.
bir fıçı şarabı susuz, katıksız diplemenin ertesi gününe uyanmış gibi oldum ayder’e vardığımızda... bu ne baş ağrısı, ne kendinde olamamaktır bilmiyorum artık; yediğim muhlamanın tadına varamadım desem yeridir. kendimizi pansiyona atar atmaz ilk iş kafaları vurup yatmak oldu. sanırım bütün günün yorgunluğuna kısa süreden çıkılan 1350 m. Eklenince yamulduk. Bayıcı sıcaklardan sonra yaylanın serin havası iyi geldi gelmesine ama yağmura da hiç gerek yoktu hani...
160707
Borçka
bir gecelik kısa konaklamadan sonra kendimizi 0 rakıma attık da rahatladık...
damağımızda 13 saatlik deliksiz ayder uykusunun tadı yıllar öncesi tekrar gelmek üzere ayrıldığım boçka’ya hareket ettik -ki vardığımızda bir hayal kırıklığıyla karşılamayı hiç planlamıyordum. yemyeşil, şipşirin hatırladığım borçka kasabası gıpgri ve kupkuru karşıladı bizi...
mütevaziliğinden sıyrılmış, yapılanmış da yapılanmış. anayol kenarı bank üzeri öğle uykusunun ardından bir türlü dolmak bilmeyen bir dolmuşla yoldan ördek toplaya toplaya artvin’e tırmandık. (bu arada domuş dolana kadar gezilesi mıuhtemel mekanlardan bahseden insanlarla mı tanışmadık, çam sakızı pazarlamaya kalkan yerlilere bu ürün ile ilgilenmediğimizi mi anlatmadık, kötü huylu artvinli’ler yüzünden adı kötüye çıkan masum borçkalı’lar konusunda mı aydınlatılmadık, polisin aradığı kişiler hakkında bilgiler mi edinmedik, bineceğimiz dolmuşun şoförleri mi bir kaç kez değişmedi...)
Artvin
altı yıl dile kolay, kalmıyor hiçbirşey bırakıldığı gibi...
„kaçkar eteklerine dizlerini dayamış bu dağ şehri de bu kadar gelişir mi?” dememek lazım aslında... ilk ziyaretimde uçurum diplerinden son sürat öle-dirile geldiğim yollardan bir rehavetle tırmandı dolmuşumuz bu kez. hatırımdaki uçurum göle, dibindeki patika, dağları yara yara sürünen otoyola dönüşmüş. kulağımız sibel can’da güle oynaya artvin...
mest oldu hayatımın arkadaşı bernuş bu şehre, hazır ağzı açık dağ bülbülüyken kendileri bir yedi kilometre daha yükselip kafkasör yaylasında konakladık.
turizme uyanmış artvin halkın yatırımın alasına doğru bir kayma içerisinde, evcek hatta mahallecek yayla evlerinde –evi olmayan çadır deliğinde- konaklanan festivali bol karadeniz’de sanırım boğa güreşleri arenası olan tek yayla kafkasör.
ispanya’dan tanıdığımızın matadorlu güreşlerin aksine kafkasör’de güreşçilerin ikisi de deneyimli boğa ve rakiplerden biri ölene dek değil küsüp arenayı terk edene dek devam ediyor. boğasız, güreşsiz arenası ve ibranice konuşan konuklu dağ evlerinde, kara lahana sarması, kuymak ve yoğurtlu börek-süpsi sonrasında dinlendirici bir uyku çektik.
insanlar coğrafyalarına göre şekilleniyorlar, isviçre alplerinde ne gördüyse gözüm, ne duyduysa kulağım ve ne tatdıysa damağım bu yaylalar ve kıyılar da bana tıpkı onları hissettirdi, hadi kim kimden çalmışcılık oynayalım; şöyle “aslında avrupalılar anadolu üzerinden geçmişlerdir”le başlayan cinsinden...
170707
Şavşat
“uzun, ince bir yoldayım,
gidiyorum büklüm büklüm
bilmiyorum ne haldeyim
korkuyorum süklüm püklüm...”
sağolasıca bir dost bizi artvin’den şavşat’a geçirdi. o keskin virajlı yollardan, tepelerden, dağlardan, vadilerden ve yamaçlardan ralf schumacher edasıyla bir yol alışımız vardı ki gözlere ilham doğayla bile doyasıya ilgilenemedim, ta ki fakir baykurt’un kitaplarında övmekle bitiremediği efkar tepesine varana kadar...
bir tepe ki ayaklarımızın altında uzanan memleket toprağını seyrederken herşeyi ben yarattım hissine kapılmak için bir demlik taze demlenmiş çay bile yetiyor...
Ardahan
20 kişilik minibüsle, keçi yolundan ardahan’a tırmanıyoruz.ilkokul manilerinden duyduğumuz ardahan’a varmanın bedeli bir süre sonra ağaçların bile yetişmediği dağlara tırmanmakmış meğer...
kervanın geçemeyeceği hatta kartal harici kuşların bile uçmadığı çorak dağların tepeciklerini döndüğümüzde, derilmiş çatılmış yerden bitme evlerde yaşayan insanlarla karşılaşınca şaşırmadık dersek yalan olur. merkeze geldiğimizde yöre belediyesinin davetlisi olarak bir gösteri yapmak üzere ardahan fuarına gelmiş ankara’lı küçük bir dans grubuyla karşılaştık. yerli olmadıklarını anlamamız için kıvırcık saçlısının söylediği ‘abi, nereye geldik biz ya...’ ünlemini duymamız yetti, içimden onu onayladım, nereye gelmiştik biz yahu?
otogarımsı alanın yerini sormak için ardahanlı`larla konuştuğumuzda kendimi buraların yabanisi gibi hissettim. bir cevaba ihtiyacımız varken üzerimize yürüyen onlarca ardahanlı’nın sorularıyla karşılaştık, nereden geliyorduk, nereye gidiyorduk, neden buradaydık, başka gidecek yer yok muydu... zar zor bulduğumuz otogarın tuvaletine inerken sanki yerkürenin mağmasına ateş almaya indiğimizi sandık, karanlık bir yeraltı helası ve olabildiğince ürkünç bu manzaraya 50 kuruş ödemek de cabası...
kars
orhan pamuk’tan tanıdığımız (‘kar’ romanını ben türkçe bernhard da almanca okumuştuk geçen yaz) kars şehrine indiğimizde, bir önceki uğrak yerinin şokundan kurtulamadığımızdan şehri eni-konu gezmek yerine, abartısız bir tabirle terkedilmiş hissini uyandıran otobüs garajında, hava kararmadan ığdır’a hareket etmek üzere otobüsümüzün hareket saatini beklemeyi uygun bulduk. şehre gitmek ve geri dönmek için gerekli ulaşım araçlarının bu şehirde mahsur kalmamıza çok elverişli olduğu kanısından terminalden ayrılmamak çok yerinde bir karardı. ani harabeleri de eksik kaldı...
Iğdır
ığdır yönüne hareket eden sayın yolcular arasında yörenin yerlisi bir gençten edindiğimiz bilgiye göre kars ve çevresi elverişsiz ekonomik koşullar nedeniyle neredeyse terkedilmiş. sadece emeklilik çağı insanların yaşadıkları çorak bir köy havasına bürünmüş –yol boyunca gördüklerimiz de bu yorumu destekler nitelikteydi.
doğa örtüsünün bu denli hızlı değişim göstermesi heyecanlandırıcı...
bir anda karpostallar ve belgesellerden tanıdığımız moğolistan bitki örtüsüne bürünmüştü ortalık... otlaklarda otlayan koyunlar, meralarda semiren atlar, köy demeye dilimin varmadığı yerleşim birimleri ‘al sana moğalistan’ etkisi yarattı.
ardahan-ığdır karayolu hevesle önerdiğim bir güzergah, ermenistan kıyısınca ilerleyen yolun bazı bölgelerinde erivan’ın mütevazi görüntüsü pek bir davetkardı... bir yanda iki ülkeyi birbirinden ayıran, akmakla kurumak arasında kararsız ırmak ve yer yer sınır gözetleme kuleleri diğer yanda ufuk çizgisine paralel ağrı dağının ihtişamı ve jandarma-askeriye kontrol kulübeleri maceraya davetiye çıkarır gibiydiler.
en etkileyicisi de adını hatılamadığım sınır köyü... ırmağın inceldiği bir bölgede kurulu bu köy, bu yan türkiye öte yan ermenistan, herşeye rağmen yaşamına devam ediyor.
otobüste sohbetlendiğimiz genç arkadaş bu köyün delikanlısı, düğün, cenaze, sünnet ve mübarek günlerde halkın katı sınır ayrımına rağmen nasıl hala bir aradalıklarını koruduklarını anlattı.
kendisinin birçok arkadaşı karşı yakada yaşıyormuş mesela, sınır suyunun belli bölgelerindeki asma köprüler aracılığıyla biraraya gelip iki dilli oyunlar oynayarak büyümüş. buna rağmen bize ığdır merkezindeki ermeni zulümünü anlatan müzeyi gezmemizi de önerdi, ermenistan sınırına yönelmiş dev bir kılıç anıtı sayesinde müzenin yerini kolayca bulabilecekmişiz.
ığdır’a vardığımızda yorgunduk, siyasi parti adaylarının gövde gösterileri arasında şehir merkezini gezdik, kılıca rastlamadık, müzeye gitmek yerine yattık, ertesi gün doğu beyazıt’a yollanacaktık.
180707
Dogu Beyazıt
hani, namına kanıp klimalı bir otobüsle gitmek istediğimiz doğu beyazıt istikametine giden dolmuşları bulmamız pek zor olmadı. henüz dolmamış olduğundan dolana kadar bekledik –allahtan saatle planlamamıştık geziyi yani tatildeydik...
bir saatten az sürecek yolculuk tuhaf başladı.
on kilometrede bir kontrol noktasına rastladık, arandık... alman nüfuslarımıza ilaveten önce pasaport görmek istediler sonra vazgeçtiler, neye dikkat ettiklerini ve kıstaslarının ne olduğunu algılayamadık ve kulak da asmadık. arkamızda oturan iran uyruklu gençlere yoğunlaşmıştı önce askeriye, sonra da kürtçe konuşan iki gence taktılar, bavulları açıldı, arandı. birşey bulamamanın verdiği buruklukla „devam” çektiler...
hayatımın unutulmayacak yolculuklarından biriydi. trafik kazaları haberlerinde uyuyan şoförlerden bahsedilirken nasıl olur da böyle bir fenomenin gerçek olabileceğini düşünürdüm, başımıza geldi.
60’lı yaşlarını yeni aşmış cinsinden acar şoförümüz öğle uykusu eşliğinde kullanıyodu dolmuşu. inanması güç olduğundan direksiyon başında uyukluyor ihtimalimnden çok gözlerini kısarak yola bakıyor şeklinde algılamıştık başlarda ta ki karşı şeritten gelen kamyoneti farketmeden şerit değiştirişine kadar. dolmuştan bir güruh haykırışı yükselince hemen direksiyon olması gereken şeride kırıldı, gözler ovuşturuldu. ilk beş dakika ayılıp kendine geldiğini düşünürken yine karşı şeride kayma başlayınca dolmuş ekibi tekrar bir çığlıklamayla kükredi. önümüzde oturan yaşlıca bir kadının bozuk, yarım türkçesiyle bize dönüp kaderden kaçılamayacağını vurgulaması beni iyice çileden çıkarttı. iki kalp krizine ramak kala kendimizi doğu beyazıt’a attık. asabım bozuk bir halde dolmuştan uzaklaşırken yarı arapça, yarı kürkçe ve araya serpiştirilmiş bir kaç kelime türkçeyle van yönüne giden otobüslerin yerini soran iran asıllı kardeşleri duymamazlıktan gelerek kendimi rahatlattım.
üç saat sonra diyarbakır’a hareket edecek bir otobüs bulup, sırt çantalarımızı yazıhaneye bıraktıktan sonra ishak paşa sarayı`nın bulunduğu tepeye yöneldiğimizde hala daha sakinleşmiş sayılmazdım.
her köşe başında jandarma, vızır vızır turlayan zırhlı polis araçları gerginliğime gerginlik kattı. ishak paşa sarayı`nın kapısından kabul avlusuna girdiğimizde uyuklayan şoföre rağmen yaşıyor olduğumuzun farkına vardım.
kızının bir çobana aşık olup ağrı dağına kaçmasından ötürü ağrı dağına kinlenen ve sarayını dağın görünmeyeceği bir konuma inşa edilmesini isteyen ishak paşa`nın, her penceresinden tarihi ipek yolu gözlenen sarayını gezerken bu mabedin hala daha ayakta olmasından ve benim de koridorlarında geziyor olmamdan ötürü kendimi şanslı hissettim.
beni en çok etkileyen 1300’lü yıllarda saray için tasarlanmış kalorifer sistemi oldu. her salona, odaya ısı götürebilmeyi başarmış zamanın insanı, saygı duyarım...
diyarbakır otobüsümüzü kaçırmamak için 2 lira vererek çıktığımız saray tepesinden 15 lira verip taksiyle inmemize gocunacak zaman kalmamıştı bile yola devam ettiğimizde. otobüs hareket ettiğinde elimdeki günlük gazeteden bir gün önce bağımsız aday destekçileri ile milliyetçi hareket partisi fanatikleri arasında yaşanan taşlı sopalı sokak harbinden haberdar olunca beni geren abartılı güvenlik önlemlerinin nedenini idrak ettim. eti burçağımı fındık aromalı nescafeme katık ederken klimanın derecesini biraz yükselttim.
Batman
van yönüne hiçbir otobüsün olmayışından ötürü yollandığımız diyarbakır istikametine giderken van gölü kıyısından tatvan’a uğrayışımız pek methini duyduğumuz anadolu’nun en büyük gölüne tanık olma imkanı vermişti bize. hani göl olduğunu bilmesem deniz olduğuna inanacağım enginlikteydi köpüklü van gölü.
bitlis’ten geçerken de sadece dört minare sayabildim, beşincisini göremeden bitti şehir.
bir dağdan inip diğer dağa tırmanarak devam eden yolda pilimiz tükenmeye başladı, sabahtan beri süren gerilimli yolculuk sonrası başımızı bir an önce bir yastığa koymayı düşlerken hemen arkamızda diyarbakır yerlisi iki gençle sohbete başladık. hayallerime girecek güzellikte sürmeli gözlere sahip kürt delikanlısı yazları ege yöresinde inşaatlarda çalışıp kışları kazandığı cep harçlığıyla kılpayı liseyi bitirdiğinden fakat üniversiteye gidemeyeceğinden, burs başvurularında kendisine kolaylık sağlayacak ahbab aradığından kısacası çifte standarttan bahsediyordu ki radyo haberlerinden diyarbakır’daki sokak çatışmalarını duyduk. yine zıt fikirler birbirine girmişti.
batman’a 30 kilometre kala kararımızı değiştirip haritamızda hasankeyf’e daha yakın görünen batman’da konaklamaya karar verdik.
bizimle birlikte otobüsten inen sivil yüzbaşı diyarbakır’a gitmemekte isabetli bir karar verdiğimizi söyleyerek bizi tanıdığı bir taksi ile bildiği bir otele götürmek üzere yanına aldı. yolda da halkla pek temasa geçmememiz konusunda yersiz öğütlerde bulundu ona göre otobüste sohbet ettiğimiz delikanlı da pek tekin değildi ve polis-jandarma hariç kimseye güvenmemeliydik bu kürdi bölgede. taksiden indiğimizde payımıza düşeni ödemek istedik. şehri turlamışcasına fazla 20 lira talep eden tanıdık taksi şoförü bize güven kelimesinin altında yatan ironiyi göstermiş oldu.
190707
Hasankeyf
bütün gece batman’ın köşe bucağında kutlanan düğün merasimlerinden kalma zılgıt sesleriyle daldığımız uykudan dinlenmiş uyanmayı ümid ederken gece yarısı aniden peydah olan müzmim kaşıntılarımdan kurtulmak için kahvaltı ertesi hemen eczaneye gittim. eczacı kaşıntı izlerimi ve kabartılarımı görür görmez yakınlarda beni korkutan ya da stres yapan birşey yaşayıp yaşamadığımı sordu, birgün önceki uyuklayan şoför hikayeme değindim, tebessümle karışık bir merhem verdi. hayatımda ilk defa kurdeşen dökmüş olmasın sevinciyle eczaneden ayrıldım. hasankeyf’ e giden araçların yine dolmuşlar olduğunu gördüğümde kendimi küçük bir tiksintiyle şoföre bakarken ve kendisinin geceki düğün sahiplerinden biri olmaması için dua ederken buldum. –hani halay çekmekten uyumaya vakit bulamamış olması ihtimaline karşı...
Midyat
otobüs terminalinden şehre bakınca insanın hangi ülkenin hangi beldesinde olduğunu kestirmesi biraz güç; sarı-toprak evlerin arasında yükselen minarelerin tepelerindeki haçlar, oryantal bir süryani şehrinin suya düşmüş aksi gibiydiler...
Mardin
bu kaf dağı ardı masal şehrini, kurak yaz ayının ortasında sağnak yağışla tavaf etmek herkese nasip olmuyor sanırım.
bu kadar çok ziyaret edilip de bir o kadar az konaklama imkanı olan mardin’de, esmer tene yeşil sürmeli göz, süryani-kürt-arap-türk ve şahmeran imajlarının dışında tarihin üstüne derilip çatılmış, el yordamı kentleşme akılda kalıyor hemen. bir iki yaşlanmış cami-kilise gezip daracık sapa yollarında turlayıp, eski ve yeni iki şehrin yükseldiği bu dünya mirası şehrinden bir an önce aslına uygun restore edilip kurtarılması ve gelecekte uzun süreli konaklayabilmek ümidiyle ayrıldık.
200707
Urfa
yani şimdi ibrahim peygamber gerçekten kızıl deniz dolaylarında değil de bu şehirde mi yaşamış? zamanın firavunu nemrut, ibrahim’i yakabilmek için gölün bulunduğu bu alanı mı seçmiş gerçekten? cinler ve gene ırkının ahlaksız üyeleri, firavunun ibrahim’i yakmak üzere hazırladığı planı engellemek için toplanmış melekleri kovmak üzere çiftleşmişler mi sahiden ve bu çiftleşmelerle üreyen çocuklar yersiz yurtsuz dolaşan çingeneler mi olmuşlar?
aynı gün meleklerden kurtulunca da topladıkları odunları gariban eşeklerle taşıyıp bu hayvanların da lanetlenmesine mi neden olmuşlar -ki ömürleri boyunca kendilerine biçilen vazife taşımacılık kalmış? bu günah odunlarıyla yakılan mancınık dibi ateşinin alevleri h2o’ya ve odunlar da tatlı su balığına mı dönüşmüş harbiden? urfa’nın şanının buradan gelmediğini bilmeme rağmen her balıklı göl ziyaretimde bir kez daha kafamdan geçen sorular oldu bunlar...
yeni bir mozaik kalıntısı bulnduğundan balıklı göle rakip gelecek bizanz öncesi açıkhava mozaik müzesi kazıları arasında gezinirken, kah anadolu, kah mezopotamya havası soluyor insan, künefe ve isot kokulu bu şehirde...
Aksaray
günün birinde yolumun buraya da düşeceği aklımın ucundan geçmezdi...
kapadokya’sız anadolu olmaz fikrinin peşine takılıp geldik buralara, ıhlara vadisini es geçtik, nevşehir’e geçmeden mola alalım dedik.
aile işletmesi mütevazi bir pansiyonda geceleyip devam ettik yola, şehir turunda da bir kaç kakmalı, oymalı cami hariç ilginç birşey bulamadık yani...
210707
Nevsehir
türkiye seçiyor, biz geziyoruz.
büyük bir sessizlik hakim havaya, seçen insanın üzerine çöken tuhaf, önemli olmanın, ciddiye alınmanın verdiği kekeremsi vatandaşlık havası... şehri görevinden dönen insanlar arasında turladım; virane kalesine çıktım, indim.. merkezde turladım, müsterih yüzler, gergin bekleyiş ve kalabalık sandık başları...
Ürgüp
öğle sıcağını atlatıp, yola çıktık. büyülenmeye hazır bakınıyorum...
çocukluğumdan beri duyduğum, cam ekranlarda izlediğim peri bacalarına geldim nihayet, ömrüm buna da yetti. ama asıl odaklandıkları alan göreme miydi, ürgüp mü emin olmadığımdan önce folklörünü tanıdığım, kıvır kıvır halkımın oyunlarından bildiğimi sandığım bu kasabaya indik (ürgüp’le üsküp’ü karıştırdığımı da yol esnasında farkettim).
sarı taşlardan restore edilmiş denizi olmayan sahil kasabası edasındaki ürgüp’te oyalanmayarak bacalara devam ettik...
Göreme
burasıydı işte, o siyah-beyaz erovizyon dönemlerindeki türkiye tanıtım filmlerinden
bildiğim bacalar, tepeler bunlardı. etkileyici bir girişimiz vardı kasabaya, sağlı sollu bacalar, oyuklarda barınan hediyelik eşyacılar, turistik mangalcılar, testiciler, kilimciler ve japon turistler arasında seyre doyulmaz bir güzellik. mevlevi sema törenlerinden başlayıp, kapadokya balon turlarına dek uzanan atraksiyon yelpazesinde turizm bombardımanına uğruyor insan. yöre halkı hello’lara alışmış, her objektife gülümsüyorlar, köşe başlarında eskitilmiş pirinç ibrikler tarihi eser fiyatına satılıyor ve tabii ki güneşte soldurulmuş kilimlere de paha biçilemiyor...
dul bir turizm beldesinde sadece doğa ile ilgilendik, bacalar, o eski, yaşayan ve içinde yaşanan oyuklar olarak kalsaymış daha bir cazip olurmuş bu göreme, yani göremeden gitme halinden görselenmiş bir hal kalmış geriye.
220707
Konya
gez dünyayı gör konya’yı demişler, iyi etmişler.
ilk konya’landığım yedi yıl öncesiydi sanırım. otobüs terminalinden 15 dakikalık bir mesafede yatıyordu rumi celaleddin mevlana. bu gittiğimizde şehri turladık dolandık 60 dakikayı buldu merkeze varmamız. ayol, ne çabuk büyüyor bu şehir dediklerimiz; bu kadar binayı, bu kadar yolu kimler nasıl yapıyor aklım ermedi yine, şaştım kaldım...
40 üstü sıcaklıkta ürperdim, içimi serinletiyor mevlana.
cüppesi, neyi, kürkü, sarığı, postu, çarığı, okudukları, yazdıkları, giydikleri, dervişleri, tasavvufi adap aksesuarları derken şemsinden ayrı yatan kabri tek kelimeyle içimi titretti. Sen ey koca adam yıllarca aşkla yan...
neyse artık dinlenmenin zamanı geldi...
Izmir
başarıyla kotarılmış türkiye turunun ardından ağzımıza çalınmış bir parmak balla dödük symirna’ya...
230707
Sonsöz
bu turun farklı duraklarında karşılaştığım sevgili dostlar;
sevgili ersan, çabalarımızın sonuç vermesi ve istanbul’da buluşmamız beni keyiflendirdi,
kadın hilal, görmesek de gitmesek de o köy bizim köyümüzdür, iyi ki iki arada bir derede görüşebildik,
ebrucuğum, bahçeni ve salıncağı hatırlayacağım,
canım ali, insan azıcık değişir yahu, kala mı çekirdek?
harikasın banu, onca koşuşturmanın ve yorgunluğun üstüne geceyarısı, krema dolgulu bir tatlı da hazırladın ya, ellerin dert görmesin,
nehir, verdiğin resitalden herkese bahsediyorum, diğer sahnelerinde de seyircilerin arasında olmak isterim. okulda başarılar, görüldüğü gibi zor değil okumak-yazmak, toplamak-çıkarmak merak etme.
özgür, dünya dönüyor sen ne dersen de, yıllar geçiyor farketmesen de...
sevgili ahmet, sabahın körüne kadar direksiyon salladın ama neticede dış hatlara giden yolu bulduk ya...
tire yakası, yemek bir harikaydı. düriye hanım, sayende kabak çiçeğinden bile dolma yapılabildiğini gördüm.
eh anne gülseren , dillere destan, dertlere derman, yıkılmaz kadın. bernhard’la geçirdiğin bir günle beni, öyle memnun ettin ki...
canım ferdam ve gülşen, eğer ankara’ya yolum düşer de güven park’tan otobüse binip, gökkuşağından balgat istikametine gidersem, „burası yanyana geldiğimiz yer” diyeceğim.
seyhan ve çağatay, gittikçe daha da yakışıyorsunuz birbirinize, kaburga dolmasının sofra dostları, sevgiyle kalın.
samsun’a başka ne sebeple giderdim bilmiyorum çelikkaya’lar olmasa...
muratcığım yastığımıza baş koyuyor ve boyun ağrısız çekmiyorsak, bunda senin de payın var.
twity serpil, “bir çırpıda dünya” hünerine hayran kaldım bir kez daha, hele o boyun etli çorba...
egeciğim, ben şimdiye kadar memory oyununda bu kadar genç olup da bu denli başarılı başka delikanlı görmedim, umarım o küçücük resimlerin orjinallerini gezecek zamanımız olur gelecekte, hayırlı okumalar...
bazı insanlar unutulmamak için, bazıları hatırlanmak içindir, geri kalanıyla da bizim işimiz olmaz. iyi ki samsun ihl’de tanışmışız be üyezir, seni oldukça ergen görmek iyi geldi...
ergün; akrep sokmuş insanların kurtarıcısı, mahcup ettin bizi yine. yoğun planında bize de yer verdiğin ve bizi dostun keli abdulkadir’le tanıştırdığın için teşekkürler. üçüncü ayın üçünü bekliyoruz...
ığdır-doğubeyazıt arasında uyuklayarak bana kurdeşen döktüren şoför, hala aklıma gelince nefesim daralıyor, şu kadercilik oynayan yolcuların olmasa görürdün sen gününü de neyse, ölümlü dünya...
doğu beyazıt-batman arasında konuştuğumuz o güzel sürmeli gözlerin sahibine de bir kez daha selam olsun.
taşıdıkları su bidonununu bırakır bırakmaz bize şehri gönüllü gezdiren ve bizimle gezen mardin’den ömer ve faysal, sağolun.
aksaray, tezcanlar otelin sahiplerine de sevgiler, candan bir karşılama ve ağırlamaydı...
canım aytemur anam, hastanden çıktığı gibi bizim için kolları sıvadın, bir yandan ezildim, büzüldüm diğer yandan da onure oldum. oya ve evren sizlere de sevgiler, hayat kucak açmış sizi bekler...
gönül, sen harikasın, enerjin azalmasın!
diğer kanat buyurucu’lar, size berlin’i gezdirmeyi çok istiyorum, emrecan sınav sonrası bizde dinlenecek zaten –umarım-...
görüşmek isteyip görüşemediklerimle de bir dahaki sefere görüşebilmek üzere...
310807
Sevgiler.
1 Kommentar:
gürk bir zarf geldi bugün bana, içinden sen çıktın, bir de senden izler taşıyan kağıtlar...
tekrar geldiğin için sağol, ne iyi ettin
Kommentar veröffentlichen