Selam,
bu sabah güneş yine aynı yerden doğdu,
aynı kaldırımdan geçti aynı insanlar yine,
ağaçlar dün gece bıraktığım yerlerindeydiler.
kuşların ötüşlerinde de yoktu bir başkalık,
aynı tramvay, aynı saatte, aynı raylar üzerinde seyirtti.
yerlerde sarı tonlarında yapraklar -tıpkı dün olduğu gibi,
yüzlerde tanıdık sabah mahmurluğu.
kahvemde yine aynı acılık...
kutlu bayram günleri...
031105
formalite bitiyor mu?
süresiz ve problemsiz oturum için geçirilmesi gereken üç yıllık resmi nikahlı süreyi de ardımda bıraktım bugünle birlikte. haftaya yabancılar polisliğinde bir randevum var.
son üç yıllık gelir belgelerim, resmi kayıtlı işyeri (tiyatrom) vesikam ve bernhard’la birlikte üzerime yapılan kira sözleşmemle süresiz oturum izni almak için başvuracağız.
tahmin edilen iki olasılık var.
ilki, gelirimin öngörülenden düşük oluşundan ötürü oturumum iki yıl daha uzatılıp bu iki yıl içerisindeki düzelme yönünde yeniden bir karar verilmesi, diğeri de bir alman vatandaşıyla sorunsuz evliliğim gözönünde bulundurularak gelirime pek aldırış edilmeden süresiz oturum hakkı tanınması.
kararın ne yönde gelişeceği işlemlerimizi halledecek olan memurun inisiyatifine kalmış durumda. alman hükümeti memurunu koruma yasası gereğince resmi işlemlerde memuruna kanaat kullanma hakkı tanıyor. hem iyi hem de kötü sonuçları olan bir uygulama...
ama biz pozitif kalmaya devam ediyoruz.
061105
sadece kuvvet doğmuyor birlikten...
gençlik çatırdıyor, avrupanın çivisi mi çıkıyor ne? fransa gettolarında alevler...
birlikte yaşamanın kimyası anlaşılamıyor gibi yansıyor görüntü, ırkçılık kokan şiddet eylemleri, ateş falan... fakat bir de ekonomik krizin yarattığı bir dalgalanma sözkonusu, para yoksa huzur yok diye de özetlenebilir aslında durum.
çok karışık bir iş şu göçmen politikası:
hem bir yerlerden göçüp gelmiş insanlardan beyinlerini yıkayıp gelmelerini de bekleyemezsin, ayrıca yeni ayak bastıkları toprakların kimyasına, havasına, suyuna, sosyolojik yapıya, kültürel alışkanlıklarına kısacası avrupa’ya ‘şak’ diye uymayacak ayaklara sahiplerse ne olacak bu göçmen güruh? üstelik gelenler getirdikleriyle yetindikleri sürece, üreyenler de bu ailelerin genleriyle geliştikleri, getirilenlerle beslendikleri sürece var mı gettodan ötesi?
uyuşmak istemiyor bazı göçmen soyu, birlikte yaşamak fikri cazip gelse de kimileri delikanlılığına bok sürdürmeyerek çekiveriyorlar kendilerini. burada yaşayan biri olmak istemiyorlar kısacası –zaten burada yaşıyor olduklarını görmezden gelerek, burada yaşamıyor oluyorlar ki...
bu kişinin yaşantısı, beyninin bir köşesinde, anılarıyla sınırlı bir ülkede, aile cumhuriyetinde geçiyor.
kendi cumhuriyetinde varoldukça gerçek yaşamdan uzaklaşıyor. gerçeğin ‘tehdit’ olduğunı sanıp korumaya alıyor aklı sıra kendisini, tuhaf bir savunma çemberinden bakıyor dünyaya ve çembere büyük gelen gerçekleri hiç önemsemeden eliyor.
göçmen yaşadığı çevreyi inanılmayacak bir hızla kendine uyduruyor, kendisi uymasındansa...mesela, burada okulların aile toplantılarına katılan alman aileler çat-pat türkçe konuşarak türk aileleriyle anlaşmaya çalışıyor kimi semtlerde. bizimkiler öğrenmiyor dili ama öğretiyor.
diğer taraftan da birlikte yaşamak fikrinin nasıl anlaşıldığını da merak ediyorum doğrusu. bana dokunmayan yılan bin mi yaşasın yoksa ya sevilsin ya da terk mi edilsin?
zamanında yapılanlara bakılarak bir ders alınmasından yanayım. ‘birlikte yaşama’nın anlanması taraftarıyım. bu konuda atılacak ilk adım bence, önce yaşanacak bir birlik kurmaktır. sonrasında da bu ‘bir’lik içerisinde yaşanacak birşeyler bulmak.
eurovısıon şarkı yarışmasını bu yüzden pek seviyorum. birlikte yarışılan, yaşanan birşeyler bulmuş insanoğlu, ne güzel ne mutlu... tamam bu konuya olimpiyatları ve hatta avrupa ve dünya kupası futbol karşılaşmalarını da dahil edelim. hatta çoğaltalım mümkünse, ne kadar yaşanacak şeyler bulunursa o kadar keyif çıkıyor birlikten.
on kasım tarihi kazınmış vallahi benim beynime bir de saat dokuzu beş geçe...
10110
süresiz oturum hakkı...
bundesrepublik deutschland, vatandaşıyla evli olarak geçirdiğim üç yıllık süre içerisinde, resmi kaynaklardan hiçbir yardım almayarak, tırnaklarımla kazıyıp alınterimle suladığım emeğimle geçindiğim ve mali merciilerden tek kuruş dilenmediğim, ayrıca etliye sütlüye de karışamayarak muhlis bir hayat sürdürdüğüm için bana süresiz oturma hakkı tanıdı.
yabancılar polisliğiyle olan ilişkilerim bu noktadan itibaren sonlanmış, tamamlanmış oldu. vatandaşlığa geçmeye karar verirsem eğer, bir iki kez daha ziyaret etmem gerekebilir bu makamı -ama şimdilik tam ‘yabancı’ statüsünden sıyrıldım ya öncelikle bunun bir farkına varayım isterim..
tuhaf bir hoşluk yarattı içimde bu değişen statü. hepi topu yarım saat içerisinde daha bir buralara ait oluverdim. ah şu bilinçaltı yok mu ne oyunlar oynuyor insana, meğerse yıllardır pasaportumda yapışık ‘üç yıl geçerli vize’min gölgesinde serpilmişim ben, bunu rahatlamayla birlikte farkettim.
171105
ah şu erkekler...
eşcinsellerin varlığından gocunan erkek milletine dair söyleyecek bir kaç lafım vardı, ‘erkekleştirebildiklerimizden misiniz?’ dedim, söyledim rahatladım.
hakan atak’la yaptığımız sohbetlerde sık sık, şu ‘erkekliğin’ yorumlanışına takılıp kalıyorduk. bu konuda o kadar çok konuştuk ki birikti de birikti...
bu ne yaman çelişki anne, herkesin kendisinin bilmesinden öte yol mu var yani.
ben erkeklerin varlığından kadınların varlıklarından hoşnut olduğum kadar mutluysam, bu bazı erkeklerin benim varlığımdan mutsuz olmalarının bir nedeni olabilir mi, olabilirse benim bu oyundaki rolüm hoşuma gitmiyor. maçoluk, magandalık, odunluk, ayılık halleri var bir de; hoş görsen göremezsin, boş versen veremezsin.
‘ister evli olsun isterse bekar, o hep kendine bir macera arar, gerçekleri gizler yalanla bakar,
gülerken ağlatır erkek milleti’ evresinden hızla kurtulsak daha da çok sevineceğim, bu şarkıyı hatırlamasak artık diyorum. ‘ufkumda batan güneş, bu sabah doğacak mı kimbilir?’
bütün bunlara rağmen, dönüp dolaşıp bir erkeğe aşık olduğumun bilincinde olarak ben, bu değirmenin çarkı gibi hissettim kendimi... gerçi her değirmenin unu başkadır, eskiler bilirler. hatta kimi yerlerde de unun acısı makbuldur, bu da malum. her yiğidinin, ayrı bir yoğurt yiyişi vardır ya hani, kimi acı ekmek doğrar yoğurduna, kimi beyaz ekmekle çanağı sıyırır.
değirmen un yaptıkça da değirmencisi çok olur. İşte bu, karmaşık bir konudur.
...derken gece güzel geçti, fikirlerimiz ve gözlemlerim beğenildi. konuyu gündeme getirebildik, amaç buydu. teklif geldi, gladt adına 9 aralık’ta, yeşiller partisinin sosyal kolu ‘henrich böll’ vakfında yapacağım aynı konuşmayı, resimli animasyonlu bir sunum planlıyoruz. sünnet çocuğundan zeki müren’e, stadlardan şoför melahat’e erkek portreleri...
221105
harry potter, sırlar odası ve melez prens...
üç gün boyunca harry potter’in peşinden koşturup durduk...
harry potter’i son kitap ‘melez prens’e kadar okudum ve gerçekten de okurken güzel vakit geçirdim. bu süreç içerisinde bir gençlik merkezinde harry potter geceleri düzenleneceği bilgisini aldım, hazır harry ile haşır neşirken ve zaten hikayeye de dalmışken, bu üç günlük ‘sihirli günler’de animasyon yapabilirliğim sorulduğunda, teklife balıklama daldım.
hemen bir metin oluştu:
ben schrybom ve ablam schrybim yarı muggle (insan), yarı büyücüyüz -cadıyız. salak, sakar ve isimleri aklında tutamayacak kadar zayıf hafızası olan, buna rağmen sürekli başının dikine giden schrybom, hagward’da çocuklara ders verebilmek hayaliyle o büyücüler okuluna gidebilmenin yollarını arar, saatini ve kalkacağı peronu unuttuğu için, tek ulaşım aracı olan treni kaçırmışlardır. büyü yapmaya çalışır ama ne denerse denesin şekerden başka bir şey yaratamaz. zaten yaptığı büyülerin formüllerini de sürekli karıştırmaktadır. ablası schrybim kardeşine göz kulak olur ve ona tam anlamıyla ablalık yapar, sürekli yol gösterir, öğütler verir. kendisi büyü yapmasını öğrenmiştir, bunun için çok çalışmak gerektiğinden, mesela, nasıl ‘olması’ gerektiğinden bahseder.
iki kardeş hem didişirler hem de birbirlerinden ayrılamazlar sürekli birbirlerini ararlar.
nuray savaş ve ben üç günlük etkinlikler boyunca aralara girip kısa kısa skeçler oynadık...
hem inanılmaz zorladı bizi veletler hem de pek keyif aldım.
çocukları seviyorum, bana kök söktürüyorlar.
bazen beni bezdirmeleri tuhaf bir keyif veriyor sonrasında bana, çünkü benim bezmemle mutlu oluyorlar. bu ‘sihirli harry potter günlerinde’ de sürekli sihirli değneğimi çalmaya çalışan bir kaç çocuk, gösteri sonrası beni tanıyıp yanıma geldiler, gerçekten şeker yaratıp yaratamadığımı sordular. ben de bunu ancak -oyun bölümlerinin birinde attığım- şekerlerden fazlasıyla toplamış bir çocuğun yapabileceğini, şeker kimdeyse gücün de onda olduğunu söyledim. tabi ‘o şekerli çocuk’ büyü yapmadı, gaza gelip şekerlerini paylaşmadı ama çocuklar da böylelikle benim peşimi bıraktı. işte bu çocuklar bana, beni sinirlendirirken çok eğlendiklerini anlattılar. kızmıştım ama o anda seviverdim hemen yine. ne güzel yaratıklar bunlar !
Derken, tepkileri olumlu, başarılı, yaratıcı, müsterih bir proje oldu.
Duyurulur...
261105
'tarçınla kavrulmuş şekerli badem’ tadında geçiyor noel panayırları...
noel zamanı bir başka oluyor bu gavur milleti, soğuk kış gecelerindeki o rengarenk ışıklar harbiden insanın içini ısıtıyor. en işlek ve stratejik caddeler göz alabildiğine ışıklandırılmış, pırıl pırıl sokaklar. insanlar deliler gibi alışveriş yapıyorlar, özel noel pazarları kuruluyor şehir merkezlerine. tarçınla kavrulmuş şekerli bademlerden, tahtadan oyulmuş geleneksel oyum harikalarına, rengarenk ve envai kokulu parafinlerden, afrika, uzakdoğu ve asya dolaylarından hediyelik eşyalara satın alınabilecek o denli mal varki ortalıkta...
evlerde de bir şenlik, bir hazırlık.
evlerinde dikili bir çamları olanlar çamlarını, çamları olmayanlar da evlerinin camlarını ışıklarla, parıltılı süslerle beziyor. mum ışığında daha çok oturuluyor, sıcak şarap ya da çoğunlukla çay içiliyor, pralinler ve özel noel kurabiyeleri de cabası...
işin bir de uhrevi kısmı var tabi, kiliseler üye kazanmaya çalışıyor, rekabeti andırır ayinler planlıyorlar. bağış aksiyonları artıyor, zekatlarını aksatmıyorlar. ulus olarak avrupanın en fazla bağış trafiği olan ülkesi almanya, bu bağışlarla gerçekleştirilen bir sürü sosyal ya da eğitim projeleri var. ‘peers ın the cıty’ projesi de bu bağış sisteminden yaşıyor.
ramazanda müslüman sofralarına damlayan hurmanın noel zamanı hrıstiyan sofralarına atanması güzel bir globalleşme örneği gibi geliyor bana mesela, bir de kuru inciri raflarda görmek, nedense sevindiriyor beni. egeli miyim neyim?
kestanecilerin belirmeleriyle de evimde gibi hissediyorum kendimi, sık sık altlarından geçtiğim rengarenk ve zarif süslenmiş noel çamlarını da görüntüye ekliyorum. Hızlı geçmesini istemediğim günler. kasımın son pazarından 24 aralığa kadar süren bir festival, isanın doğumu, birarada kutlanıyor. işin biraradalık kısmı beni daha çok ilgilendiriyor. Bayram ruhu yani...
tadın idrakine varabilmek maksatlı noel gezimiz bu yıl da 23 - 27 aralık arası
291105
kısa kısa...
. artık sanal alemdeyim: www.buyurucu.blogspot.com adresinde yayımlıyorum yazılarımı...
mesela ‘erkekleştirebildiklerimizden misiniz?’e bu adresten ulaşabilirsin.
. aralık ayının onunda türk erkeklik anlayışının klişelerini henrich böll vakfının düzenlediği ‘erkeklik’ konulu sempozyumda tekrar masaya yatıracağım.
. gladt organizasyonluğunda, yunan eşcinseller ve lezbiyenler derneği ‘ermisch’ (ermiş) ile birlikte bir oyun tasarlıyorum. müzikal, kabare ya da öyle birşey var kafamda, bakalım ne çıkacak?
sevgiler...
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen