Selam,
14-15 yaşlarında , farklı milletlerden karma onbir gençle bir haftalık cinsellik ve seks seminer dizisiyle başladı mayıs. -baharın geldiğini saymazsak...
seminerler arası dernek toplantılarıyla devam etti. -hafta sonu sahnelerini saymazsak...
bugün biraz seviniyorum, çünkü bu yoğunluk beş gün sonra mola verecek. -beş gün sonrasında devam edeceğini unutursak.
...ve beklenen zaman geldi; aylar öncesi planlanan gün yakın.
iş yok, toplantı yok, sahne yok! beş gün atina ve erovizyon şarkı yarışması da caba.
ama hak ettim, lütfen göz konulmasın...
www.ayyildiz.de hayatıma girdi, bir tuhaf oldu.
anladım, ben populizmi seviyorum, bazı durumlarda tanımadıklarım tarafından tanınmak da hoşuma gitmedi değil ama herşeyi de bir ölçüsü var.
‘sen seni bil sen seni, bilmez isen kendini, bildirirler haddini’.
ne kadar ekersen o kadar buğday, ne diyordum? herşeyin bir ölçüsü var yani...
...derken berlin kabare topluluğundan bazı kalfalarla bir çalışma yapmışız.
işin doğrusu; tanja-mehtap ,filiz, murat, cüneyt dörtlüsü oturaklı bir senaryo geliştirmişler, anlattılar, beğendim ve ekrana aktardım (kağıda döktüm).
elde tuttuğumuz senaryolara bakıp durdukyere heyecanlandırdık kendimizi. devamı da gelecek gibi, motivelendim, motivelendik...kısa bir film çalışmasının eşiğinde gibi hissediyoruz kendimizi.
. başladığımız radyo projesi ile teknik nedenlerden, açıkçası einstein’in zamanın sırrını bulamayışından ötürü pek fazla ilgilenemiyorum. buna rağmen istek ve hareket var. yavaş ama emin adımlar diye tanımlayalım da yakınmam bitsin, herşeyin bir ölçüsü var değil mi?
. çılgın yenge oynamaya devam ediyor, eh seyircimiz de var.
benim için eğlenceli olmaktan çıktı. politik çalışmaların ardından yaptığım tiyatroyu görünce eğlenemiyorum. işte tam bu noktada daha iyisini yapmak varken fikri mesela çıldırtıyor beni... zamanla zor beğenen bir insan oluyorum ben galiba, ideallerimden ve hayalperestliğimden kaynaklanıyor olsa gerek. her şeyin her koşulda daha iyisi olabileceğine inanmaya başladım.
nedir bu durum dostlar?
paronaya mı bu, hırs mı yoksa, ya da ben marilin monro enkarnesi miyim?
. yıllardır ezberlettiler bize ‘no body is perfeckt’ diye, bence hep bir perfekt body var, yani ben sık sık karşılaşıyorum.. mesela hemen hemen hergün yeni bir hayatımınengüzelerkeği ile karşılaşıyorum. bu zamana ve duruma ve havaya ve kimyaya ve biyolojiye bir olay. yalnız benim hayatımda ömürleri kelebekten de kısa... en fazla üç dakika. bazen bir iki derken artıyor pamuklara sarmalayıp sardığımın güzel erkekleri. bütün hayat yetmezmiş gibi bir de flört manyağı oldum ben. unutmuyoruz. ne demişerdi: ölçülü ol!
120506
Biraz donanayım dedim...
dört yıl oldu, idarelik ev eşyalarıyla yaşadım ve kolları sıvayıp ‘yerleşmeye’ karar verdim.
... yaşasın ikea
tam odamın köşesine monte edebildiğimiz üçgen bir gardrop aldım.
çoraplarımı donlarımdan, geceliklerimi tişörtlerimden ayıracak bir ‘çekmeceler’im oldu. altı katlı otopark gibi.
-acilen gerekeliydi- nihayet bir çalışma masası.
iyi ki varsın ikea...
evde tek pc var paylaştığımız, ama bu böyle girmeyecek.
kendime yatırım yapıyorum, bir çalışma ortamı hazırlıyorum, patlayacağım, akacağım da kaynağımı hazırlıyorum önce bir... -yatağını kendisi bulur.
bonzaim var bir de , ne ağacının minyatürü olduğunu çıkaramadım henüz, onun toprağını değiştirdim, mevsimidir diye...
bisikletimin, baharın ve güneşin tadını çıkarıyorum.
yarın da atina, heyecanlanıyorum...
160506
kalimera atina, yassus akropolis...
> bu hayatta herşeye alışıyor insanoğlu, uçmaya bile...
bir sürprizle başladı erovizyon-atina macerası.
yaklaşık üç saat süren mutedil dalgalı uçak seyahatinden sonra hedefe vardık. bir heyecan, içimizde bir kıpır kıpırlık indik uçaktan ve valizimizin bizimle birlikte atinaya uçmadığı gerçeğiyle karşılaştık. donumuzdan kokumuza kadar tüm ihtiyaçlarımız berlinde kalmıştı.
panik, telaş ve can sıkıntısından geriye, kaldığımız otelin adresini valizimizin atina’ya getirilmesiyle ilgilenecek görevliye bırakarak havaalanından ayrılmak kaldı.
exiti geçen ilk adımla yüzüme tanıdık bir izmir adnan menderes havalimanı rüzgarı çarptı, smyrna koktu ilk nefes. sırt çantalarımızla oldukça ekonomik ve pratik turist havasında otelimizin yolunu tuttuk.
ben, bir kez daha kendimi bernhard’ın rehberliğinde olmaktan dolayı şanslı hissettim; eşimin inanılmaz bir şehir algısı var dostlar, elimizle koymuş gibi bulduk konaklayacak adresimizi. çöp toplama ve öğütme kamyonlarının beynimizin derinliklerine işleyen gürültüleri, valizimize bir an önce kavuşma arzusu ve otelimize geç saatte yerleşen bir gurup erovizyon sapığı (!) genç kızın coşkulu haykırışları eşliğinde geçti ilk gece.
> şehrin caddelerinde gezinirken kendimi sosyal havaya kaptırıp sık sık türkçe konuşmaya yeltendim. kendimi kaptırıp diyorum çünkü dar caddelere istiflenmiş küçük esnaf arasında gezindikçe kemeraltında, uzun ve işlek caddelerde turladıkça alsancakta, öbek öbek lokantaların kıyısından geçerken kordonda, sahile inince de güzelbahçede hissettim kendimi. pek bir tanıdıktı sesler, yüzler, sokaklar...
silme doldurulmuş gazete büfeleri ve bakkallar, köşe başı gevrekçileri, börekçiler, boyozcular, kuytu köşe korsan cdciler, balıkçılar, sebzeciler, etçiler, şehir aksesuarı trafik lambaları ve yeşile kırmızıya aldırmayan yayaları, yayalar için durmak zorunda kalan ve bundan da pek memnun olmayan dört veya iki tekerlekli taşıt sürücüleri, kağıt mendil, sakız ve nazar boncuğu satan sokak bebeleri en önemlisi de ensemizi yakan yaz güneşiyle pek samimi, pek bir ege şehri atina...
> akropolis... yüzyıllara meydan okuyan tanrılar sunağı.
turist rehberlerinde, osmanlıların elindeyken cephanelik olarak kullanıldığından dolayı en büyük hasarı 1800lü yıllarda almış olduğu yazmasına rağmen hala ayakta akropolis. restorasyon işçilerinin, çelik iskelelerin ve vinçlerin arasında büyük bir ihtişamla tüm atina’ya hakim bir tepede gülümsüyor.
erovizyon finali için atinada toplanan gayler hac vazifelerini yerine getirirler gibi fır dönüyorlardı akropolis çevresinde, hemcinsleriyle aşk yaşayan, aşkın felsefesini sanata dönüştüren filozoflarına ve bu aşkın erişilmez tanrılarına şükranlarını sunar gibiydiler. gerçi, tanrılarla karşılaşabilmek için şehrin göbeğinde sükunetle tarihi izleyen tapınağa gelmeye de pek gerek yok gibi, şehir sıradan insanlar arasına karışmış zeuslarla, hermeslerle dolu.
iki şehir güzellikleri adilce paylaşmış gibiler; afroditler izmir’e, eroslar atina’ya yerleşmiş. boşanmış bir aile gibi iki ülke, husumet de buradan kaynaklanıyor sanki...
> patlıcan musakka, üzeri beşemel sosla fırınlanıp mousakka olmuş, çöp şiş etini domuzdan alıp souvlaki, pirinç pilavı zeytinyağıyla harmanlanıp pilouvi, cacık sulandırılmadan tzaziki, rakı yumuşayıp ouzo, tavla daha bir yaygın ve tavli, çoban salata, koyun peyniriyle süslenip greek salat, türk kahvesi on yıl kadar önce isim değiştirerek greek coffe ve karagöz, karagozi olmuş komşuda. baklavanın yunan mutfağına ait olup olmadığı iddialarıyla birlikte düşünüldüğünde unutulan küçük bir ayrıntı her iki ulusun da işine geliyor ki iki milletin de sık sık bir arada yaşamış olduğu.
tarihle barışırsak eğer, osmanlılar öncesinde antik yunan (helen), ardından bizans, derken aynı topraklar üzerinde kimlerin sırayla yerleşik hayat sürdüğünü çözümleyebilmek pek de zor değil aslında...
eminim bir arada yaşarken herşey çok güzeldi ama ayrıldık, elimizde bir türlü paylaşamadığımız resimler ve mektuplar kaldı.
> bir sıcak kahve uğruna attık kendimizi mütevazi pansiyonumuzun sağ yanından şehrin sokaklarına... umduğumuz, eli-yüzü düzgün, mümkünse homoseksüellerden mütevvellit ve en önemlisi mantıklı bir bedel karşılığı frappe olmayan bir kahvenin ikram edildiği bir mekan bulmaktı. dönülen beşinci köşeden sonra antik mi antik, tıpkı diğer örnekleri gibi miniminicik bir ortodoks kilisesinin gölgesinde, tentesinden yapay ve ışıklı çiçekler sarkan, harem divanlarının andıran oturaklı ve tavla oynayanların zarları sayesinde şakıyan bir kahvede karar kıldık. yüzüne hasret mayıs güneşi ortalığı ısıtırken benim çardak altına gizlenmem pek yakışık almadı ya neyse, uyku mahmuru, sarkık göğüslü bir anna vissi siparişlerimizi almaya geldi. ‘two greek coffe please’ dedik ve gerindik, orta şekerli... kahvelerimiz gelmeden avuçlarımız kaşınmaya başladı, tavlansak mı tavlanmasak mı derken iki orta greek coffe geldi kondu önümüze, ‘escuse me’ diyemeden daha ben, sarkık memeli, mahmur vissi kaçıverdi içeri. huyumdur, rahatlığım için bir el yüz yıkama, ihtiyaç giderme falan diye düşünürken hem wc’nin yerini sormak hem de tavlalanmak üzere içeri yöneldim. sarkık göğüslü, uykulu kızın barda olduğuna aldırmadan, burada olmaktan daha bir memnun kasa bayanına yöneldim. tu- diyemeden tuvalet diyeceğimi anlayan zeki bar arkası kadını beni alt kata yönlendirdi. duvarları aluminyum borularla kaplı, uzun ve derin bir labirentte buldum kendimi... koridorun sonundan bir önceki kapıdan girip sağa dönmek suretiyle varış noktasına ulaştım. ilk iş olarak tuvaleti ve oturağını güzelce bir temizledim. tuvaletlerin kullanıldıktan sonra değil de kullanılmadan önce temizlenmesi buralarda yaygın bir adet. sosyal dayanışma bu memlekette biraz farklı yorumlanıyor kanımca, herkes kendinden bir öncekinin pisliğini temizliyor ve kendi pisliğini bir sonrakinin muhtemelen işgüzar ellerine teslim ediyor. birlikte yaşamanın kahrı, steril bir şekilde çekilmiş oluyor ama ben zorunlu boşaltım eylemimden hemen sonra, toplumsal bir kuralı gönül rahatlığı ile çiğneyip, hijyenimden kimseyi sorumlu bırakmayarak üst kata geri döndüm.
hala daha uyanamamış, sarkık göğüslü kadın, barda en son bıraktığım yerde, sigara içilmez levhasının altında bilmem kaçıncı sigarasını tüttürüyordu. yanaştım ve tüm sevimliliğimle ‘we want play to tavla’ dedim. garson kızın mahmur gözleri ‘what’, memeleri kadar sarkık dudakları ‘ı am nor understand, what do you say’ dedi. tavla istediğimi anlamamış olmasını hesaba katmadım, bence müziğin sesi çok açıktı, sesimi yükselttim ‘tavla’ dedim ‘tavla!’
arkalardan biryerden beni labirente yönlendiren bar arkası kasa bayanı, kucağında tekila, viski, ouzo şişeleri olduğu halde yetişti ve ‘tavli’ ile başlayan uzunca bir cümle kurdu anadilinde. garson kız, gözlerini döndürüp tavlaların yığılı olduğu rafa yöneldi.
‘kahveleriniz?’ dedi, bar arkası bayanı şişeleri dizerken ‘beğendiniz mi?’ bu kez benim anadilimde... yanaklarım sempati doldu, gülümsedim. ‘elinize sağlık’
sigarayı bırakamamış olmanın ezikliğiyle bir sigara sardım, yunan mahallesinde içtiğim orta kahveme katık ettim. genelde bernhard kazanır tavlada ama bu kez ben kazandım. kömür ateşinde, çöp şişe dizilmiş, limonlu domuz çekti canım bir de çoban salata. uyanmak üzere olan gözlerle gülümsemeye çalışan sarkık memeli kıza hesabı ödeyip, yarım ağız ‘by’, kasanın yanında, barın arkasında kendini müziğin ritmine kaptırmış anadilimde konuşanilen kıza ‘efharisto’ dedim yürekten, ‘teşekkürler’. kız göz kırptı sıcak ve içten cevapladı beni ‘are you welcome’.
> yarı finalle başladı eurovision macerası.
super star, kıl payı geçti elemeleri. litvanya, finlandiya ve izlanda yuhalananlar, norveç, türkiye, belçika ve kıbrıs alkışlananlar arasındaydı.
eurovision iki elemeli olduğundan bu yana ilk elemeye katılan ülkeler daha avantajlı oluyorlar, en azından parçalarını iki kere sunma şansları var ve değerlendirmelerde de parçaya aşinalık oldukça etkili oluyor.
bernhard’ın internetten takip ettiği uluslararası fan-klüp sitelerinde, yunanistan, almanya, türkiye, romanya, bosna-hersek ve rusya favoriler arasındaydı. sonuç şaşırtıcı; finlandiya ve lordi.
gala gecesi çıkışında izleyenlerle röportaj yapılıyordu, bir kadın sonuçtan memnuniyetini açıklarken; ‘baldır, bacak ve meme görmekten sıkılmıştık, iyi oldu. hem botoxlu yüzlerin ve silikonlu vücutların finlandiya ekibinden kalır yanları da yok ’ yorumunu yaptı, gülümsedim. kulis arkalarında, bu organizasyona kıl olan anti-pop fraksiyonların bile tarihinin en çok izlenen yarışmasına oylarıyla katılmış olma ihtimali konuşuluyordu. lordi’nin solisti kendilerini ‘suları olmayan balıklar’ olarak tanıttı bir röportajda ve kazandılar, sulandılar...
bana kalırsa, abba resmen doğduğu finalde de tıpkı lordi gibi inanılmaz sansasyonel bir gurup olarak algılanmıştı, büyük bir süprizdi komite için abba, çünkü tekdüzeliği sarsmış oldular yeni bir akım ve döneme aykırı kostümleriyle eurovisiona hareket ve ritm getirdiler, yarışmanın yönünü değiştirdiler ve eurovision abba ile klasiklikten kurtulup pop oldu.
evrim devam ediyor.
lordi ile pop karşıtlarını da izleyici potansiyeline katmış oldu eurovision –zaten rockun poplaşmasıyla lordi’ler doğmadı mı?
bekir coşkun hürriyet gazetesindeki köşesinde, olayın şov kısmını unutup sonucu abartıyla yorumlarken, ‘avrupa’nın gerçek yüzü ortaya çıktı, avrupalı’nın içinde bir canavar yatıyor’ diye yazdı. komik ama öyle bile olsa, insanların gerçek yüzleriyle karşılaşmayı sahte maskeleriyle muhatap olmaya tercih ederim.
hoşgörü anlayışları farklı; avrupa bir hoşluk görüyor ya da görmüyor, biz hoşlukla ilgileneceğimize hep boşluğa bakıyoruz, o yüzden de hoşgörmekte zorlanıyor bazen de hoşgöremiyoruz ama hep boşverebiliyoruz, boşveriyoruz.
bekir ağabey, türkiye de lordi’ye 7 verdi n’aber?
> finalin bir gece öncesi, bir mahalle anfi-tiyotrosunda alternatif bir şenliğe rastladık. eurovisioff; pakistan, hindistan, tunus, kürdistan gibi resmi yarışma harici ülkelerin sanatçıları tarafından verilen ikişer şarkılık, halaylı, eğlenceli, dans etmenin serbest olduğu bir toplu konser. politik açıdan gecenin özünde, avrupa birliğinin göçmenlere uyguladığı sindirici politikayı, kendi milliyetçiliğini yaratıp körüklemesini ve sınırlarını açıyor gibi görünüp gerçekte hatlarını kalınlaştırmasını protesto etmek vardı. yer yer kürsüye çıkan mahalleden konuşmacılar, avrupa birliğine veryansın ettiler. (dili anlamadık ama yunanlılar pek bi heyecanlı, ateşli ve telaşlı insanlar. el-kol hareketlerinden lafların nereye gittiği bariz bir şekilde anlaşılıyordu.)
> eğer yolunuz birgün atina’ya düşerse;
a- konuşmanızın arasına bir iki basit yunanca kelime sıkıştırın, memnun bir gülümsemeyle karşılanacaksınız,
b- domuz eti yemeseniz de souvlakiyi mutlaka deneyiniz ve beraberinde bir dilim limon istemeyi ihmal etmeyiniz,
c- nerede olursa olsun tuvaletlerin temiz olmama ihtimalini hesaba katınız,
d- plaj yakınlarında ucuz mayo bulma olasılığına güvenmeyip yanınıza mayo ya da şortunuzu alınız,
e- canınız gevrek (simit) çekerse, yunan gevreğinin bildiğimiz gevreğin aksine kuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak beraberinde bir de içecek almayı unutmayınız,
f- yunanistan’da yaşayan bir ermeni ya da kürt vatandaşı ile karşılaşmanız riskine rağmen türklüğünüzü belli etmekten çekinmeyiniz. zira bu durum size sempati kazandıracaktır,
g- bir cafeye oturup soluklanmak için nescafe içmek isterseniz eğer, yunan halkının soğuk neskafe (frappe)’ye düşkünlüğünü gözönünde bulundurunuz,
h- ve mutlaka eurovizyon’da yunanistan adına yarışan anna vissi’nin hakkının yendiğini belirtiniz, en az bizim kadar arabesk olan yunan halkı bundan çok hoşlanacaktır.
240506
şiddet ürkütüyor...
dünya kupası öncesi neonaziler kendilerini daha bir görünür yapma derdine düştüler.
devlet politikası olarak görmezden gelinen bir dazlak şiddeti sözkonusuydu zaten fakat şu sıralar üstü örtülemez hale geldi.
uluslararası arenadan paylarıını kapmak isteyen kelaynaklar ard arda yeni promasyonlar(!) düzenliyorlar. bunlara, bir türk politikacıyı yaralamak ve özellikle türklerin yoğun olarak yaşadıkları semtlere kadar inip, vur-kaç operasyonları uygulamak da eklendi.
bir yandan şapkanın düşüp kelin görünmesi sorunun temelden çözümü yönünde iyiye işaret ama diğer taraftan da toplum arasına yayılan huzursuzluk duygusu insanın canını sıkıyor doğrusu... bu, azgın dazlak azınlık bende istenmiyor ve yabancı olmak duygularını yaratmaya yetmiyor yetmemesine ama yanımda caydırıcı efekt olarak düdük taşımama, duyduğum her yüksek desibelde dönüp sebebine bakmama ve ayakkabılarda neonazilerin simgesi beyaz bağcık kollamalarıma neden oluyor.
280506
Sevgiler...
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen