Selam,
İNSANLAR, SEVİŞMEK ZORUNDA OLMADIKLARI GİBİ SAVAŞMAK ZORUNDA DA DEĞİLLER YA DA YAŞAMAK ZORUNDA OLMADIKLARI GİBİ ÖLDÜRMEK ZORUNDA DA DEĞİLLER VE YA MADEM YAŞIYOR VE SEVİŞİYORUZ, PEKİ NEDEN SAVAŞIYORUZ?
37...
ilk nefes alışımdan bu yana geçen zamanın ve bu zaman içindeki tüm yaşadıklarımın yıl olarak toplamının otuzyedi olduğuna inandıramıyorum kendimi, hep ‘daha yeni başlamıştık’ tadındayım.
110806
iyi ki doğdum...
benden çok bernhard meraklı kutlamalara. her yıl doğumgünüm yaklaşırken hemen sinyaller geliyor, nasıl ve nerede bir kutlama planladığım soruluyor, kaç pasta yapılmalı, neler yenmeli, neler içilmeli, peçetemiz var mı, kağıt bardak-kağıt tabak yeterli mi, plastik çatallar renkli mi olsun, evetse ne renk? tek tek hesaplanıyor. canım adamım benim, dört yıllık birlikteliğimizde önceden planlanmanın beni ne kadar gerdiğini bildiği halde bir umut beni bu yükten kurtarmaya çalışıyor ve ben de bernuş sayesinde hayatımın ertelediğim yanlarının keyfini çıkarıyorum. buradan hareketle, kırkıma dayadığım merdivenimi bir kenara çekip kocaman bir parti yaparmış gibi bir kutlama havası istedim bu yıl; tüm mütevaziliğimle yüzlerce kişinin bir arada eğlendiği muhitimizin geleneksel park festivalinde doğum günü pikniği yapmaya karar verdim, panayır havasında şen-şakrak dakikalar...
ulaklar salındı, heryere haber yollandı.
afişler, dergilere ilanlar falan derken ellere nisbet bir organizasyona girildi.
sivil toplum örgütleri gelip reklamlarını yapsınlar, beni kutlamaya gelecek bu cennet kalabalıktan yararlansınlar istedik.
valiliğe elçi yollandı, şenliğimize sahip çıkın diyerekten propagandalar yapıldı.
elçiliğe vali yollandı propagandamıza sahip çıkın diyerekten şenlik yapıldı.
komşular, çiçeklerini sularken balkondan balkona doğumgünümde yapacakları ortak piknik için yemek tarifleri alıp verdiler, zıvanadan çıkma planlarını anlattılar....
kısacası hengame içerisinde organize edilen friedrichshain park festivalini kendime mal ettim
12 ağustos 2006, hepsi geldi, herkes geldi. iki bine yakın eşrafla birlikte, girdiğim 37 yaşımı kutladım.
130806
paris...
...en çok gezilen metropol.
...enkazından sıyrılmış, peruklu harabe.
...cilalı tarihiyle insanı çeken bir mıknatıs.
...avrupanın kültür bekçisi.
...aşk şehri.
. şehre girmemle kendimi luc besson filmlerinde hissetmem bir oldu.
yıpranık, eski, kirli fakat bir o kadar da cazip, ‘granç’ paris metrolarında seyahatteyken her an biryerlerden beşinci element uzaylıları çıkacakmışcasına tetikteydim.
yerin altında, labirentlere salınan ‘kanalizasyon sıçanları’ gibi bitmeyen koridorlarda yön bulmaya çalışmak, kobay farelerinin artık yön bulmaya dayalı o acaip deneylerde kullanılmaması gerekliliğini düşündürdü bana. mahvoluyormuş insan yolunu bulacak diye.
. şehrin iki kat altında metropolitan.
bizim lale dedelerimiz, kaplumbağa sırtlarına mum yapıştırıp sadabad bahçelerinde marifetlerinin keyfini sürdükleri yıllarda paris’li mösyöler yerin altında karınca yuvaları gibi ince işlenmiş metro istasyonları kurmakla meşkullermiş. atalarımın fransızlardan etkilenirken, sadece kostümleri ve göstermelik salon adablarıyla ilgilenmiş ve görüntüyü kurtarma derdine düşmüş olunduklarını düşününce şu malum tarihime saygım daha bir azaldı. kıyaslamalardan ve hayıflanmalardan çabucak sıyrılıp şehrin keyfini çıkarmaya karar vermem bir kaç saat sürdü açıkçası.
. parisin dört katlı bir şehir olduğunu söylemekle hiç yanılmış olmam.
en üstte turistler ve yerliler yaşıyor (temmuz itibariyle eylül ortasına kadar şehir, turistlere terk edilmiş durumda, mecburi ikamet harici yerli halk tatil ihtiyacını gideriyor), yerin bir altı yaşama dair teçhizatın bulunduğu ardiye (elektrik,su ve havagazı boruları, kanalizasyon ), onun bir kat altında da metro ve tren kullanıcıları barınıyor (bazen bir metro istasyonuna inmek dakikalar sürebiliyor, hele aktarmalı istasyonlar arasında kaybolmak şaşılacak bir durum değil).
bu üç katın biryerlerinde halkı savaşlardan korumuş sığınakların da hala nöbette olduğunu hesaplarsak neden dört katlı bir şehirden sözediyor olduğum daha bir anlaşılır sanırım.
(1700’lü yıllarda yeni mezarlık açmak için eski mezarlıklardan topladıkları kemiklerin yığılıp saklandığı ziyarete açık, gezilebilir yeraltı depoları var bir de; üstüste yığılmış binlerce kemik, tepeleme kafatası, kol-bacak ve omurilik, şehrin temellerinde sessiz bir beklemede...)
. paris’in yaygın cafe kültürünün mantıklı tek bir açıklaması olabilir; gündelik koşuşturmanın yeraltında geçtiği bir metropolde, yeryüzüne çıkıp güneşin, güneş yoksa bulutları izlemenin keyfine varmak, tarihin, mimari güzelliklerin ve ‘hazreti eyfel’in gölgesinde bu anı sindire sindire yaşamak ve taze çekilmiş bir fincan kahveyi bu görselliğe katık etmek paranın satın alabildiği saadetlerden biri.
. eyfel demişken, tahminimden de büyüleyici bir kule ile karşılaştım.
hizmete açılışının hemen ardından zamanının paris’lileri tarafından beğenilmeyip utanılmış olduğunu öğrenince biraz şaşırdım ve nazi almanyası işgali altındayken hitler’in verdiği eyfel’i imha emrine, kuleyi yakından görüp hayran kalan bir alman subayın karşı gelmiş olmasına da yürekten sevindim.
. anadilimiz türkçe’de, fransızca ile birçok ortak kelimeler var malum, her iki dilde aynı anlama gelen bu ortak kelimelerin farklı yazılıyor oluşları da biliniyor. mesela ben, fransızların bu kelimeleri neden okundukları gibi yazmadıklarına, aksine gereksiz birçok harfi arka arkaya sıralayarak anlamsız bir abc kaosu yarattıklarına akıl sır erdiremiyordum. hayatı zorlaştırmak için özel bir çaba harcıyorlar, buna da ‘medeniyet’ diyorlarmış gibi algılıyordum bu durumu. ilk etapta bizim fransızca’dan aldığımız kelimeleri kulağımıza geldiği gibi türkçeleştirdiğimizi düşünmedim tabi, tıpkı gelenekselleşmiş fransız çöreği kuruvasanın avusturyalılar tarafından, korktukları osmanlı askerlerine yaranabilmek için hilal şekline dönüştürülmüş olduğunun unutulması gibi. (aradaki bağlantıyı yüce beyinlerinizin kavrama yeteneğine bırakıyorum).
her neyse, sonuç olarak bu milletler arası etkileşimleri düşününce dünyanın aslında ne kadar da küçük bir gezegen olduğu daha bir barizleşiyor.
. eski bir fransız geleneği; bilimin halk tarafından anlaşılması özel bir anlam taşıyor.
bu yüzden bilimsel açıklamaların bire bir, bilim insanları tarafından deneylenerek açıklandığı, bilimsel yeniliklerin konunun uzmanları tarafından güncel halk diliyle ve anlaşılır örneklerle aktarıldığı müzeler çok ilgimi çekti. öğrencilerden turistlere kadar geniş yelpazeli misafirlere/seyircilere/ziyaretçilere günün belirli saatlerinde manyetik alanların nasıl yaratıldığı, böceklerin nasıl iletişim sağladıkları, lazer ışınlarının nasıl elde edildiği, balıkların ve göçmen kuşların yönlerini nasıl buldukları ve neden tüm renklerin karışımının beyaz olduğu gibi yüzlerce bilimsel konu açıklanıyor, gösteriliyor, sergileniyor.
. fransızların küstah, kibirli, kendilerini beğenmiş, midelerine düşkün, şarap içer, salyangoz ve kurbağa yer, fransızcadan başka dil bilmezler, bilseler de konuşmazlar sanırdım.
paris büyüsünden midir nedendir bilmiyorum bu önyargılarım yerle bir oldu, bir sempati doğdu içimde. -hoş bu antipatinin nereden kaynaklandığını da tam olarak bilmiyorum ya...
berline dönerken uçakta kendi kendime, bir ara bu şehre tekrar fransızca öğrenmek bahanesiyle gelip, birkaç ay paris’i yaşamanın hiç de fena olmayacağını düşündüm.
190806
eğitmeye / eğitilmeye devam...
gezi sonrası gündelik koşuşturma bir haftalık mesleki yatırım programıyla devam ediyor.
gençlerle yaptığım yaratıcı eğitim seminerleri kapsamında kendimi geliştirmek, bu alanda yeni yöntemler öğrenmek ve yine aynı alanda çalışan gönüllülerle tecrübe alışverişinde bulunmak üzere rosa luxemburg vakfının düzenlediği ‘ yaratıcı gençlik eğitmenliği atölyesi’ne katıldım.
ulusal kapsamda düzenlenen ve deutschland’ın başka eyaletlerinden de toplam kırk civarı katılımcısının olduğu programda tek göçmen olmak biraz garip geldi. uyum konusunda atıp tutuyor, anlaşılmamaktan, anlaşılamamaktan şikayetçi oluyor, farklı eğitim konulu sempozyumlarda ilgisizlikten dem vuruyor ve yeni eğitim metodları gerekliliğinden bahsediyorken, ortalıkta sızlanan ve dövünen göçmen eğitici takımın böylesi verimli bir programa katılmıyor oluşlarına anlam veremedim.
sadece bu organizasyonla ilgili bir durum da değil, genel anlamda gençlik bir ilgisizlik yaşıyor. göçmen kökenli eğitimciler ‘sorunlu’ olarak algılanan hatta kısmen damgalanan gençlerle uğraşmaktansa onlar üzerinden politika yapmayı tercih ediyorlar. göçmen olmayan beyaz almanların bu kategorideki gençleri uzaylı gibi algılamalarını ister istemez destekleyen bu tavır rahatsız etmeye başladı artık beni. iki aydır nikotin girmeyen beynim itiraz noktasında, sinirlenmeyi öğrendim nihayetinde sanırım.
diğer yandan bana iş imkanı da sağlamış oluyorlar aslında. bu barnşda çalışmayı göze alan türk kökenli eğitim gönüllülerinin azlığı, bana deneyim fırsatı sağlıyor. ama yine de birilerinin gençlere sahip çıkması gerekiyor. sadece geçim derdinden, bu işten gelir sağlıyor olmamdan çok, samimiyetle önemsiyorum yaptığım işi ben. keşke benim de o yaşlarımda bir hayat danışmanım olsaydı...
300806
alır gider beni sarı rüzgarlarıyla sonbahar,
gelir anılardan bir davet, çocukluğum canlanır...
310806
Sevgiler...
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen